MUHSİN İLYAS SUBAŞI: “Roman benim için şiirden artakalan birikimin değerlendirilmesi için bir çalışma alanı oldu”

Muhsin İlyas Subaşı, hoşgörülü tavırları, sevecenliği ve çalışkanlığıyla doğduğu ve yaşadığı il olan Kayseri’de yıllardır, yılmadan, yorulmadan, hep ileri bakarak edebiyat alanında faaliyet gösteriyor.
Muhsin İlyas Subaşı Beyle edebiyat çalışmaları üzerine bir söyleşi yaptık: 
-Muhsin hocam, kültür-sanat-edebiyat denince Kayseri’nin duayeni olarak adınızın geçtiğini biliyorum. Okurlarımız için kısaca kendinizden bahseder misiniz? 
Teveccühünüze ve buna bağlı olarak iltifatınıza teşekkür ederim. Bir insanın kendisinden söz etmesinden daha zor bir şey yoktur. Ne diyeyim, ben şöyleyim, ben böyleyim, ben şunu yaptım, ben bunu yaptım demek pek doğru olmuyor. Eğer kendimden söz etmemi biyografik bir izah olarak görüyorsanız. Bugün artık o da çok aşıldı. Yığınla İnternet sitesi, birbirinden aktararak biyografiye yer veriyor. Yine de ana hatlarıyla söylememi isterseniz: Aidiyetim Sivas, şehrim Kayseri. 1942’te Şarkışla’da doğdum. 1955’te Kayseri’ye taşındım. Buraya yerleştim, lise ve üniversite tahsilimi burada tamamladım, buralı oldum. Burada eserlerimi ürettim .
-Sayın hocam, uzun yıllar gazetecilik mesleğinizi edebiyat çalışmalarınızla birlikte sürdürdüğünüzü  biliyorum. Gazetecilik sizin için bir geçiş  miydi? 

-Evet, bir anlamda geçişti diyebiliriz. Çünkü ben gazeteciliği haber kovalayan adam olarak algılamadım. Düşünebiliyor musunuz, lise 1. Sınıfta iken bir gazetenin künyesinde adım “Yayın Müdürü” olarak yer aldı ve ben çocuk denecek yaşta gazete yönetip yayımladım. Bu çalışma bana insanlarımı tanıma imkânı verdi. Toplumun hafızasını keşfetmeme yardımcı oldu. Sosyal duyarlılık bir yazar için çok önemlidir. Bunun kazanılacak en sağlıklı yeri haber ortamıdır. Bu bakımdan gazetecilik bana farklı dünyaları kavrama kabiliyeti kazandırdı. Belki eserlerimde malzeme sağlamadı, ama kendi malzememi değerlendirmede yetenek kapılarını açtı. 1968’de bir gazetenin Yazı İşleri Müdürü iken ilk şiir kitabımı çıkardım. Yüksek öğrenimim boyunca iki gazetenin Yazı İşleri Müdürlüğü’nü üstlendim. Türkiye’nin popüler gazetelerinde; Babıalide Sabah, Bizim Anadolu, Hergün, Tercüman, Türkiye ve Zaman gazetelerinde uzun dönem yazılar yazdım. Emekli olduktan sonra bir büyük ajansın Bölge Müdürlüğünü, bir televizyonun Genel Müdürlüğü görevlerini üstlendim. Bütün bunlar soysal psikoloji açısından bana farklı birikimler sağladı. Farklı kesimlerin hayat felsefesine ulaşma kapılarını açtı. Kazandığını dağıtan hayır sahibi insanlarla, kazandığının üzerine yenilerini eklemek için acımasızca kazanıp biriktirme hastalığında olan insanları tanımama zemin hazırladı. Yardımlaşmayı hayat biçimi olarak algılayan ile hasetliğinden göz göre göre kendisini kurutan ve yalnızlaştıranların ıstıraplı halini görebilme şansını verdi.
-1962 yılında “İslâm Dergisi”nde yayınlanan ilk şiirinizle dergilere girişin besmelesini çektiniz. Sonrasında çok sayıda dergide şiir, deneme ve makalelerinizi okuduk. Dergi yolculuğunuzu bize kısaca anlatır mısınız? 
-Benim dergi maceram 1962’den de ilerilere gider, Ne yazık ki, ilk şiirlerimin yer aldığı gazete ve dergileri muhafaza edemediğim için ilk hareket noktası olarak 1862’yi alıyoruz. Değilse, 1968’de Kayseri’deki bir yerel gazetede ilk yazılarım yayınlanmaya başlamıştı. Aynı yıllarda yine Tercüman’ın haftalık bir dergisi vardı. Onda ilk şiirim yer almıştı. Maalesef bunlar elimde yoktur.1962’den buyana da ülkemizin hemen hemen saygın bütün dergilerinde yer aldım. 1965’te kültür ve edebiyatımızın büyük isme Nurettin Topçu’nun çıkardığı “Hareket” dergisinde sürekli yazdım. Yine aynı yıllarda, Cumhuriyetin kurucularından Hamdullah Suphi Tanrıöver’in sahipliğini yaptığı Türkocağı’nın yayın organı “Türk Yurdu” dergisinde şiirlerim yer aldı. Bu iki dergi de o yıllarda Türk entelektüelinin görüşlerini yansıtan  kurumsallaşmış ve belli düşünceleri üretip geliştiren çok önemli dergilerdi. Onların arasında bir genç adam olarak ortaya çıkmak ve kabul görmek sıra dışı bir başarıdır sanırım. Arkasından, “Hisar, Türk Edebiyatı, Töre, Boğaziçi”, Kültür Bakanlığı’nın çıkardığı “Milli Kültür” dergileri ve diğerleri…
- Neden son zamanlarda dergilerde çok az görüyoruz sizi?
-Toplumun meseleleriyle iç içe olan bir insanın sadece şiirle sınırlı kalması düşünülemez. Bunun içindir ki, ben romana ve inceleme-araştırma türü eserlere de yöneldim. Böyle bir çalışma alanı genişletme olunca ister istemez şiirde biraz duraklama oluyor. Zaman zaman “Ay Vakti, Yedi İklim, Berceste, Erciyes ve Somuncu Baba” dergilerinde yazıyorum, ama yeterli değil.
-Bir de dergi yayınınız var galiba?
-Evet, 1979-81 arasında 24 sayı olarak “Küçük Dergi”’yi çıkardım. Bu dergi, edebiyat kamuoyunda Anadolu’nun sadece yansıması değil, birikimini Türk edebiyatına taşıyan önemli bir yayın organı olarak algılandı. Bugün yazan arkadaşlarımızın birçoğu oradan yola çıktılar. O yıllarda biz bütünüyle Anadolu’nun birikimini başarıyla temsil ediyorduk. Bu da az bir başarı değildir.
-8 şiir, 2 deneme, 1 oyun, 4 biyografi, 5 araştırma-inceleme ve Sonuncusunu 2004 yılında yayınladığınız 4 romanınla beraber 24 eser verdiniz. Merak ettiğim şey,  romandan uzaklaştınız mı yoksa ufukta yeni bir çalışma var mı?
 
-Aslında roman benim için şiirden artakalan birikimin değerlendirilmesi için bir çalışma alanı oldu. İlk romanım “Ahtapot”da önemli bir ivme yakalamıştım. O kitap, yayınlandıktan hemen sonra, senaryosu hazırlandı. Uluslar arası üne sahip “Çağrı Filmi”nin yapımcısı Mısırlı Mustafa Akkad Türkiye’ye davet edilip bu eserin büyük bir prodüksiyon olarak çekilmesi düşünüldü. Çekim için de yine meşhur Kaptan ‘Cousteau’ Kusto’nun deniz araştırmalarını çeken ekiple anlaşma yapıldı. Ancak esere sponsor bulunamadığı için çekilemedi. Bu şansı kaybedince ister istemez bir gerilim yaşıyorsunuz. Bir şansın elinizden uçup gitmesi gibi bir şey. Ancak, hayat durmuyor, yazacaksak önemli meseleler var. Bunları ele almamız gerekiyordu. İkinci Romanımı bu maksatla yazdım. “Güneşe Uçan Kelebek”, Müslüman olduktan sonra Türkiye’ye yerleşen, çobanlıktan ev temizliğine, pancar tarlalarında ırgatlıktan tuvalet temizlikçiliğine kadar bir yığın işte çalışan bir Alman kadının dramını anlatıyordu. Bizlere konforun içinde nasıl kimliğimizi kaybettiğimizin aynasını tutan bir çalışmadır. Bu roman ilk çıktığı yıl üst üste üç baskı birden yaptı. Daha sonra yayınevi değiştirdim, şimdi ilk baskılarıyla birlikte 8 baskıya ulaştı. Arkasından “Aşkta Yanan Dede” ve “Ben Onurumu Çiğnetmem” geldi. Romandan uzaklaşmadım. Sanırım önümüzdeki ayın içinde 5. Romanım çıkacak: “Aşkımı Taşla Yazdım”. Arkasından özgün bir çalışma yayınladım. “Aşk Prensesleri de Öldürür
- "Aşk Prensesleri de Öldürür"… Adı güzel ve etkili. Konusu da öğrensek olur mu?
-İzin verin, konusunu okuyucuya bırakalım. Yalnız şu kadar bir ipucu vereyim size. Bir Selçuklu Prensesinin kendisini ölüme götüren aşkını anlatmaya çalışıyorum. Bizde Selçuklu döneminin sosyal hayatı günümüze pek getirilmemiştir. Bu cüretli bir girişim, ama riskine rağmen değer bir çalışmadır. Umarım başarılı olmuşuzdur.
-Bu romanlarda sizin farklı bir bakış açınız var? Biraz da inandıklarımızla yaşadıklarımız arasındaki açmazlarımızın üzerinde duruyorsunuz, neden?
-Sergül Hanım, bizde din, Allah’ın Peygamberi aracılığıyla gönderdiği İslam olarak değil, atalarımızdan bize intikal eden biraz hurafe, biraz batıl gelenek, biraz kendimize göre şekillenen bir inanç olarak algılanıyor. Bu vahim bir durumdur. İslam inançla hayat arasında sıkışıp kalmış vaziyette. Gerçek İslam’ı yaşasak ve anlatsak, çevremizde gördüğümüz dine tavırlı insanlar bizden daha iyi Müslüman olurlar. Ben, eserlerimde bu tarafımızın eleştirisini yapmaya özen gösterdim. Bu romanlar biraz da bu iç sızımızın dilidir.
- Şimdi izniniz olursa farklı bir tarafınıza gelmek istiyorum: Sizi ağırlıklı olarak araştırma inceleme kitapları hazırlamaya sevk eden nedenler nelerdir? 
-Eskiden, çok değil belki elli yıl öncesine kadar şehri görmeden ölen köylülerimiz vardı. Şimdi öyle değil, köyler şehirleşti. Her türlü ulaşım ve haberleşme imkânı köylere kadar girdi. Dünya modern tabiriyle, “Global Köy”e dönüştü. Böyle olunca dünyalılardan ayrı yaşayamazsınız. Canlı yayınla, dünyanın bir ucunda olandan anında haberdar oluyorsunuz. Böyle bir ortamda, bize düşen, bu yeni sosyal olguya göre eser üretmek. Bizim kültürümüz ve kültürel değerlerimiz medeniyet malzememize bizim dışımızdakilerin bakışına bugüne kadar duyarsız kalmıştık. Artık öyle değil, her yıl onlarca, hatta yüzlerce Batılı aydın tarafından ülkemiz ve insanımız üzerine kitap yazılıyor. Biz Batı ve Amerika başta olmak üzere dışımızdakilere umursamaz bir tavır içindeyiz, ama elin oğlu öyle değil. Gelip şehirlerimizi, köylerimizi didik didik eden yabancı uzmanlar ve müsteşrikler (Oryantalistler) var. Bunlar daha sonra bu çalışmalarını eserlere dönüştürüyorlar. Bunlar bize ne söylüyor, bizi nasıl anlatıyor, bu bana çok ilginç geldi. Oturdum uzun bir zamanımı bunlara ayırdım ve 2 bin sayfaya ulaşan hacimli üç kitap yayımladım: “Bati Türk’ü Tanıdıkça, Batı İslam’ı Tanıdıkça ve Batı’daki Mevlana”. Gördüm ki, Batı bize çoğunlukla hayranlıkla bakıyor, bizim geçmişimizi bizden çok çok iyi biliyorlar. Düşünebiliyor musunuz tek parti döneminin o ceberut idaresi, bizim geçmişimize ait kitaplarımızı, kitabelerimi ve eserlerimizi tahrip ederken onlar sahiplenmişler ve şimdi değerlendiriyorlar. Eski mezar taşlarını kırıp yol malzemesi yapan bir ruhsuz zihniyetin tahribatını bu adamların anlattıklarıyla gidermeye çalışıyoruz.
-Dürüst anlattıklarından emin misiniz?
-Alıp okuyun göreceksiniz dürüst olup olmadıklarını. Kendilerine, kendi politikacı, asker ve kiliselerine öylesine acımasızca eleştirileri var ki, şaşırmamanız mümkün değil.
-Bir iki örnek verebilir misiniz?
-Mesela Voltaire! Bu adama Peygamberimiz hakkında piyes yazdırıyorlar ve sahnelemek istiyorlar. Dönemin Osmanlı Devleti, “Bunu savaş sebebi sayarım!”, diyor ve piyesi oynamaktan vazgeçiyorlar. Bu defa bu adam kalkıp İslam’ı ve Türkleri inceliyor ve müthiş tespitlerini eserlerine yansıtıyor. “Biz İslam’a haksız isnatlarda bulunduk. Bunlar bizim din adamlarımızın aldatmasıyla oldu. Türklerin sanatı kahramanlıktır”, gibi ifadeler ona aittir. Tehcir sırasında, “Mavi Kitap” diye bir eser yazıp bizi Ermenileri kırmakla suçlayan Arnold Toynbee, daha sonra, Türkiye’ye gelip üniversitelerde ders vermek istiyor, talebinin reddedilmesine rağmen,“Türkiye İslam ülkeleri için bir siyasi laboratuardır”, diyor. Goethe, “Kur’an’da anlatılan gerçek İslam ise hepimiz Müslüman olarak yaşıyoruz”, diyor.
- Mevlana ile alakalı çalışmalarınız da oldu. Sizce Batı değerleri ve kültürü ile İslam ve Türk kültür ve değerlerinin birbirini anlamada ve beslemedeki gücü nedir? 
-Sergül hanım, Biz ne İslam’ı, ne kültürümüzü, ne de Mevlana’yı sağlıklı bir şekilde anlayamadık, dersem acaba mübalağa mı etmiş olurum bilemiyorum? Adamlar gerçekten, çok farklı metotlarla eğiliyorlar bu konulara. Düşünebiliyor musunuz, Üniversite hocası bir Fransız Bayan, Mevlana’nın birkaç şiirini okuduktan sonra, onu tanıma aşkına kapılır. Bu yüzden Üniversitesinden üç yıl izin alır, Mevlana’nın eserlerini yazdığı klasik Farsça’yı öğrenir ve sonra bunların tamamını Fransızcaya aktarır, Müslüman olarak da ölür. Bizde acaba elimizdeki Mevlana’nın Türkçeleştirilmiş metinlerini okuyan kaç kişi vardır? Biz bir zikir hali olan Sema’yı dansa dönüştürdük. Onlar buna tepki gösteriyor ve bu tür gösterilerin Mevlana’nın ruhaniyetini zedelediğini söylüyor. Dahası, Mevlana’ya ve Hocası Seyyid Burhaneddin’e Moğolların ajanı diyen talihsiz insanlar da bizim üniversitelerimizden çıktı. İtiraf edeyim, ben Mevlana’yı onların anlatımından sonra tanıdım. Batı, kendine göre bir metot geliştirmiş o metot çerçevesinde zihni egzersizlerini sağlıklı yapabiliyor. Ha, İslam’ı ve Türk’ü kendi düşmanlık ideolojisine malzeme yapmak için araştıranlar da yok mu? Var elbette. Bize düşen, bunları da ayıklamaktır. Bunun içindir ki, ben kitaplarımda sadece sıradan bir nakilci gibi değil, yorum ve eleştirilerimle bir farklı çalışma ortaya koydum. Sanırım bu yüzden Amerika’da bu kitapların İngilizceye çevrilip yayınlanması için bir girişim var. Mevlana ile ilgili olanı da, Avrupa Birliği, Hoşgörü Projesi çerçevesinde Fransızcaya çevirdiler. “Batı Türkü Tanıdıkça”yı ise, Merkezi Kazakistan’da olan Türk Dünyası Bilimler Akademisi, Kazakçaya aktarma kararı aldı. Şimdi çok önemli bir noktaya işaret ediyorsunuz:“Sizce Batı değerleri ve kültürü ile İslam ve Türk kültür ve değerlerinin birbirini anlamada ve beslemedeki gücü nedir?” diye.  Batılılar, gerçek Rönesans’ın 13. Asırdan itibaren Türkler ve Müslümanlar tarafından yapıldığını anlatıyorlar. Kendi aydınları Batılıların sürü halinde yaşadığı bir dönemde, Türk ve İslam dünyasının döneminin en modern ve en gelişmiş ülkeleri halinde refahın en üst seviyesinde olduğunu söylüyorlar. Bu kitaplarda bunların detaylı bir şekilde nakillerine yer verdim. Bu eserler kültür ve edebiyata adanmış bir ömrün birikiminin ürünleridir. Allah ömür verirse arkası gelecektir…
-Şiirlerinizde geleneksel motifleri kullanarak, mistik anlatımlar ve kendine özgü ifadelerle metafizik yaklaşımlar görüyorum. Şair ve şiirin size yaptığı çağrışımlar nelerdir? 
- Evvela ‘mistik anlatım, metafizik yaklaşım’ meselesine bakalım. T.E. Eliotd, “Şair dindar olmasa bile Tanrı’ya en yakın insandır”, der. Doğru bir tespit. Çünkü şiir, kabiliyetten öte bir ilham ve duyma meselesidir. Bunları kaldırın, bu defa eline kalem alan herkes şiir diye birşeyler yazar. Zaten yazıp da şiir ortaya koyamayanlar da bunlardan uzak oldukları için bunu başaramıyorlar. Rauf Mutluay, “Bende Yaşayan”larında, İstanbul’da kendi çizgisindeki şairlerin şiir matinelerinde yaşananlardan söz eder ve kendi şiirleriyle başlayan her programda sözün dönüp dolaşıp Yahya Kemal’e geldiğini ve onun programa hâkim olduğunu söyler. Yahya Kemal niye hâkim olur? Çünkü mistik bir öz var. Şiirde bedenimiz gibidir: Ruhumuz giderse bedenimiz kadavraya dönüşür. Şiirinde ruhu metafizik duyarlılığıdır, onu aldınız mı ortada söz kalabalığı kalır. Bunun içindir ki, Necip Fazıl, “Sanat Allah’ı arama işidir”, der. Yunusun Metodu da, budur, Fuzuli’nin metodu da, Karacoğlan’ın metodu da… Eh, biz de doğal olarak bu çizgi içinde olacağız elbette. Sanırım, buna dikkat ettiğim için, benim Milli Eğitim Bakanlığı’nın bastığı “Sevdâkâr”ım tam 8 bin adet sattı. Bugün yeniden basılsa sanıyorum bir o kadar daha satacaktır.
-Abdurrahim Karakoç, kendisiyle yapılan bir mülakatta, ‘Şair gözüyle son dönem şairlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?’ sorusuna, “Pek dergilere bakamıyorum. Edebiyat vs. Bugün bir Yavuz Bülent Bakiler gibi bir şair göremiyorum. Yetişmiyor, Bir Muhsin İlyas Subaşı, onun gibi yetişmiyor Yani kuraklık mevsimi yaşıyoruz”, diyor. Tecrübelerinizle, gençlere hayat standartlarını sapmadan saptırılmadan gitmeleri yolunda neler söylersiniz? 
- Abdurrahim Karakoç, bizde halk irfanını şiire taşıyan önemli bir şairdir. Görüşleri elbette kendisine aittir. Zaten dergileri takip edemediğini söylüyor. Onun için de ister istemez şiir alanını biraz dar tutacaktır. Ancak iyi şiir nerede olsa, alıcısına ulaşır. Benim sözlerine katıldığım tarafı, gerçekten şiirin çilesine katlanmak isteyen genç şair pek fazla yoktur. Şiir ıstıraplı ortamı sever. Yalnızlığı sever. Uhreviyeti sever. Onun yeşerme alanı yaralı gönüllerdir. Bir tarafta havai yaşayacaksın, öbür tarafta şiir üreteceksin, olmaz!  Gençler için sıkça kullandığım bir ifadem vardır. Onu tekrar edeyim: Erken kifayet duygusuna kapılmasınlar. Takipçi olsunlar, çok okusunlar. Çevrelerindeki ustaları anlamaya çalışsınlar. Yazdıklarıyla her şeyi başardıklarını sanmasınlar. Eleştirilmekten kırılıp, korkmasınlar. Bu yol, diktir, sarptır, engebelerle doludur. Kimse kimseyi hatır için şair saymıyor. Grup, klik, ekip insanı şair ilan edebilir ama şiirini şiir bu diye ortaya koyamaz. Şiirin hükmünü, şiirin kendisi verir. Geleceğe kalan halkın hafızasına yerleşen şiirdir. Bakın mesela, sırf gençlere bir yol işareti olur mu, biraz şiir kültürü alabilirler mi diye, “Şiirden Şuura” isimli deneme kitabımı yayınladım. Genç şairlerimiz ilgi göstermediler. Şiir kültür, bilgi, sabır ve gayret işidir. Edebiyat ortamıyla bütünleşme işidir. Çok iyi şiir yazarsınız, okuyucunuz yoksa sizi kim nereye taşıyacaktır? Ustaların denetiminden kaçanlar, ustaların koruma, yönlendirme ve takdim etme imkânlarını kullanamama gibi bir şanssızlığa sürüklenirler. Bence işin bu cephesi de çok önemlidir. “Ben yazdım, beğenen beğensin”, derseniz, kimse sizi görmez. Gençler, bir ağabeyleri olarak bu küçük uyarılarımı dikkate alırlarsa hem onlar hem de edebiyat birikimimiz kazanır. Bizim yeni seslere ve yeni kabiliyetlere ihtiyacımız var. Gelenekçilik eskilerle yetinmeyse, ben o geleneği tanımıyorum. Gelenek, eskinin gücüne yenilerini ekleyerek onu ileri taşımak olmalıdır…
-Muhsin Hocam, sizinle sohbet çok keyifliydi. Teşekkür ederim. 
-Sergül Hanım ben de zevkle cevaplamaya çalıştım. Teveccühünüz için ben teşekkür ederim.



SERGÜL VURAL

Yorumlar