Sergül Vural'la söyleşi


Sergül VURAL kimdir?

1964’te  Kayseri’de doğdu. İlköğrenimini Bilecik’te, liseyi Erzincan’da bitirdi.
1995 yılında Anadolu Üniversitesi İktisat Fakültesi lisans bölümünden mezun oldu.
1997-2008 yılında özel bir araştırma şirketinin Kayseri temsilciliğini yürüttü.
Katıldığı birçok şiir yarışmasında ödüller aldı.
Şiir ve denemeleri Berceste, Erciyes, Çemen, Yeniden Diriliş, Mavi Sürgün, İzmir Dikili Ekin, Kümbet Altında, Okumaca, Güllük, Bizim Ece, Sükût, İklim, Akpınar ve Kayseri Kültür Ocağı dergilerinde yayımlandı. Kayseri Hakimiyet Gazetesinde 2009 yılında “Duygu Yansımaları” isimli köşe yazılarına başladı.
Anadolu İlim ve Edebiyat Eserleri Sahipleri Meslek Birliği (ANASAM) yönetim kurulunda iki dönem görev aldı. Kayseri Enstitüsü Derneği(KAYENDER)  kurucu üyelerinden olan şair-yazar, Türkiye Yazarlar Birliği ve Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği’nin(İLESAM ) de üyesi olup; evli ve iki çocuk annesidir.
Yayınlanmış eserleri şunlardır:

Şiir: Naz Çiçeğim (Geçit Yayınları, Kayseri, 2002), Bir Günde Dört Mevsim (Gündüz Yayınları, Ankara, 2006 ), Süveyda (Laçin Yayınları, Kayseri, 2009 ) 
Antoloji: İncesu'dan Sesleniş, (İncesu Belediyesi Kültür Yayınları-2, Netform Matbaacılık, Kayseri, 2006, Mehmet Sarı ile ortak çalışmadır), Üşüyorum Şiir Güldestesi (Laçin Yayınları, Kayseri, 2010 )
Çocuk Kitapları: Anne Peygamber Nerede (Türkiye Diyanet Vakfı, 2011), Anne Seccadem Nerede (Türkiye Diyanet Vakfı, 2011)
Deneme: Sızı (Mola kitap, Ocak 2012)

       
Bekir OĞUZBAŞARAN: Kayseri, geçmişinde kadından valisi bile olan bir şehrimiz. Hayırsever kadınlarımızın haddi hesabı yok. Akla ilk gelen ikisini zikredelim: Gevher Nesibe Hatun, Hunat Hatun… Ülkemizde olduğu gibi şehrimizde de kadın bir yükselen değer. Şair ve yazar olarak kadın şair ve yazar olmak konusundaki düşünce ve duygularınızı alabilir miyiz? Kadından şair olur mu?

Sergül VURAL: Benim için kadın ya da erkekten önce insan vardır.  Sorduğunuz soruyu insan olgusuyla objektif olarak değerlendirdiğimde, başarılı bir insana her zaman gıptayla baktığımı, söz konusu kişinin erkek olmuş kadın olmuş, genç olmuş yaşlı olmuş benim için önem taşımadığını açıklamakla söze başlamak isterim.  Bu kişi başarısıyla bir vali de olabilir, başbakan da… Yardımseverliğini bireysel olarak da yapabilir, kurum, kuruluş ya da dernek, vakıf aracılığıyla da.  Benim için önemli olan ortaya somut bir başarının çıkmasıdır. Bu başarıyı yakalayanın cinsiyetini hiçbir zaman ön planda tutmadım, tutmam da. Hele hele konu kalem ve kâğıtla hasbihal etmeye geldiğinde bu konuda tutumum daha da net olur.
Hiçbir meslekte cinsiyet ayrımı yapılmazken; somutta kadın mühendis, kadın avukat, kadın doktor, kadın bakkal ibarelerini tabelalarda göremezken neden şair-yazarlık konu olunca cinsiyet kavramı ortaya çıkıyor ya da ilk olarak bu soruyla başlıyorsunuz anlamakta zorlanmıyorum. Bunun bilinçaltında yatan sebeplerinden birinin çocuklukta zihinlere yerleşmiş bir anne tiplemesinden, bu tiplerin evde oturmalarından yola Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR42.984\kapaklar\sızı.jpgçıkılarak diğer kadınların da evde oturacağı, ev işlerinden başka meşgalelerinin olmayacağı kanısının oluşmuş olacağını düşünüyorum. Çalışan annelerin çocukları da annelerini çalışma ortamlarında görmediklerinden, onları hep evde çalışır gördüklerinden olsa gerek ki aynı kanaat benzer paralellikte düşünce saplantısı oluşturmakta. Bilinçaltında yatan sebeplerden bir başkası ise kadının kendisine verilen rolden başkasını yapmasını istememek yatıyor. Bu öyle sinsi bir düşünce ki hiç kimse dile getiremiyor. Ancak bir başarı söz konusu olduğunda şaşkınlıkla karışık bir hayranlık ve sonrasında da övgü olarak ortaya çıkıyor. Oysa aynı başarıyı erkek yaptığında sıradan davranılıyor. Hele bir de konu kültür-sanat olunca bu ayrım ne yazık ki kendini daha çok hissettiriyor. Örneğin bir söyleşide bana sorulan ilk soru hep bu oluyor. Hâlbuki birçok erkek şair-yazar ile yapılan söyleşilerde erkek şair ve yazar olmak konusundaki duygu ve düşünceler sorulmuyor. Demek ki özellikle kültür sanatta kadın kimliği mevzubahis olunca insan olgusu geride kalıyor. Şimdi soruyorum size; aklın kadını erkeği var mıdır?  Düşüncenin kadını erkeği var mıdır? Ya ruhun? Ben bu soruların hepsine de “hayır” diyenlerdenim. Kadın yazar, kadın şair vurgusunu bilinçaltına yerleşmiş bir tutuculuk olarak tanımlıyorum. Bence sanatın cinsiyeti olmaz. Olmamalı.
Sorduğunuz ikinci soruyu ise kışkırtıcı bulduğumu söylemek isterim. Sizi tanıdım tanıyalı yaklaşık on yıldır bu soruyu soruyor, hatta hiç çekinmeden akabinde “kadından şair olmaz” diyebiliyorsunuz.
Yüce Mevla kadın ve erkeği akıl, fikir, duygu ve ruh olarak erkekten farklı mı yaratmış da kadından şair olmasın. Kadın kavramı insan olgusunun içinde yer aldığına göre ve insanın yaradılışında kadınlara da adil davranıldığına göre kadınların şair olabilirliğine karşı bu önyargılı bakış ve bu endişeli hal neden?  Mademki insan fıtrattan donanmış ve donatılmış, kadın da bu donanmadan payına düşeni almış, bu durumda insan nefsi onu geride görmek istiyor, demek kalıyor bize. Kadın kimliği güçsüz ve aciz olarak portrelendiği için de onlar yaşamın içinde bir başarı yakaladıklarında zihinlerde çizilen kadın kimliği o tablonun dışında kaldığından şaşkınlıkla karşılanıyor. Oysa insanın akıl, düşünce, duygu ve bilgiyle yapabileceği ne varsa başarabileceğine cinsiyet ayırmadan inanmak gerekiyor. Hayat sahnesinde ne yazık ki kadına yüklenen rol değişince oyunun da değişeceğine inanılıyor. Kadınların yaptıkları işlere sıra dışı bir halmiş gibi şaşırmayın, bırakın onlar da insan olmanın gereğince davransınlar. Kadınlar Allah’ın onlara bahşettiği donanımla şair de olsunlar, yazar da. Tıpkı diğer mesleklerde olduğu gibi…
Bir de söz konusu şiir olunca doğal olarak duygu yoğunluğu giriyor devreye. Kadınlar aslında duygusallık anlamında fıtri olarak erkeklerden daha zengin bir yapıya sahip olmalarına rağmen cinsiyetinden kaynaklanan bir ön yargıdan çekindiklerinden olsa gerek bu değerlerini uluorta dillendirmekten kaçınıyorlar çünkü garip ve ihtiyatlı karşılanacaklarını az çok biliyorlar.
Şiir ya da diğer edebi türlerde erkekler sevgiliye olabildiğince açık bir dil ve duygu akışıyla hitap edebiliyor ve okunduğunda veya dinlendiğinde ilk akla gelen takdir duyguları olurken aynı konumda söz konusu kadın olduğunda bazen yadırgama bazen kınama ile karşılanıyor ve bu bariz bir şekilde kendisine hissettiriliyor.
İstisnalarını tenzih ederek ben burada kadın şair ve yazarların yüreklerini alabildiğince ya da en az erkekler kadar özgürce açabilmelerinin önüne bir heyûla gibi dikilen derin bir erkek baskısı hissediyorum. Böylesi nâhoş durumu ve bu ilkel baskı kıskacını özgüven ve iradeleriyle kırabilen birkaç kadın şair-yazar var sanırım. Bu psikolojik ve hatta kimi fiziki baskılar onların dışındakiler de birer duygu çağlayanı olan özgün ve duygusal eserlerinin mahsur kalmasına neden oluyor. Bu bağlamda erkeklerin kadınlara yapabilecekleri en büyük yardım mânâlı bakış, sorgulayıcı tavır ve incitici mimikleri ile gölge olmak huyundan vazgeçmeleri olacaktır.

Bekir OĞUZBAŞARAN: Gördüğüm kadarıyla siz kelimenin bütün manasıyla “çalışkan bir edebiyatçısınız”. En son Sızı isminde bir deneme kitabınız da çıktı. Bu kadar gayretli olmayı nasıl beceriyorsunuz?

Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR51.795\kapaklar\ÜŞÜYORUM 2.jpgSergül VURAL:  Tembellik ve çalışkanlık insanın yapısıyla alakalı bir özellik değildir. Tembellik ve çalışkanlık insanın yaptığı işe verdiği önemle doğru orantılıdır. Eğer yaptığınız bir işe gönül vermişseniz tembellik etmek gibi bir lüksünüz olmamalı.  Hangi mesleği yapıyor olursanız olun çalışmak isteği yaptığınız işin besmelesidir. Evet, çok çalıştığım doğrudur ama yeteri kadar çalışıp çalışmadığım tartışma götürür bir göreceliktir. Bunlar kişiden kişiye değişen olgulardır. Size göre çok çalışıyor görünmem başkasına göre yeterli olmayabilir. Önemli olan elimizden gelenin ne kadarını yaptığımızdır. Gayretim bazen beni bile şaşırtırken bazen de tatmin etmiyor. Elimden geldiğince gördüklerimi, işittiklerimi, okuduklarımı ve hissettiklerimi nakletmeyi seviyorum. Yaptığım nakilden alınacak ne varsa cömertçe kâğıt ve kalemle paylaşıyorum. Zaten edebiyatın temelinde de bu yatmaz mı?  Yüce kitabımız Kur’an’ın ilk vahyi “oku” olduğuna göre yazma olmadan okumak olur mu? Elbette ki olmaz. Bu yüzden yazma eyleminin kutsallığına inanıyorum. Okumak da benim için bir eylemdir. Okuma olmadan yazmanın yavanlığına inandığım için mümkün olduğunca okuyorum ancak bu konuda yeterli olduğumu söyleyemem. Hele buna bir de hafızamdaki zayıflık eklenince yetersizliğim daha da artıyor. Bu benim en büyük handikapımdır.
Tüm bunlara rağmen yine de akıl, düşünce ve duygu eksenindeki gelgitlerimle yaşarken bunları aktarmayı kendime görev addettim. Bu bilinçle yazılarımı yazarken mesaj verme kaygısı taşımıyorum. Yazmak benim için hava gibi su gibi vazgeçilmezdir. İnsan boğulacağını bile bile tembellik etmez. Belki de bu yüzden yolda ya da uykudan yeni uyandığımda ya da herhangi bir aktiviteyi yaparken zihnime gelen bir cümle de olsa not almaktan erinmem. Sonra bu yazdıklarımı bilgisayarımda bir dosyada toplar, şiir, deneme, hikâye ya da kitap yazılarımda değerlendiririm. Onlar benim için birer kıvılcım olur. Günlük hayatımda yapmam gerekenleri nasıl ertelemiyorsam yazmayı da bu yüzden ertelemiyorum. Yazdıkça nefes alıyor, yaşadığımı anlıyorum.  Sızı da böyle nefeslendiğim zamanların ürünüdür. İnsanın aklından çok ruhuna hitap eden, yüreğin kanatlanmasına olanak tanıyan manzum yazılarımın yer aldığı bir çalışma oldu Sızı. Şiirsel anlatım kullandığım bu yazılar,  mesaj kaygısından uzak, hesabi düşünce sisteminden sıyrılmış özün, kelimelere yansıması olması sebebiyle okuyucuda olumlu etkiler bıraktı. Kitap hakkında çeşitli yollarla bana ulaşan okuyucunun söyledikleri ve kitap hakkındaki yazılardan anladığım kadarıyla gayretimin hediyesi olarak okuyanın kalbinde uzun zaman iz bırakacağa benziyor.
Bekir OĞUZBAŞARAN: Şiir, deneme, mensur şiir, mülakat, tanıtma yazısı, güldeste… Birçok türde eser vermek insanın enerjisini dağıtmak şeklinde de algılanmaz mı?

Sergül VURAL:  Hiç unutmam bir gün bana “Şiir kuma kabul etmez” demiştiniz. Bilmem hatırladınız mı? O zamanlar bu cümleyi derinlemesine idrak edememiştim. Şiir ve kuma… Kuma ve aldatma… İhanet ve vefa arasında gidip gelmiştim. Şimdilerde ise bu gelgitleri yaşamıyorum.  Evet, yazı hayatıma şiirle başladım. Seyrek de olsa hala şiir yazıyorum. Ancak öyle bir zaman geldi ki şiir gözümde büyüdü büyüdü ben küçüldüm. Mısraların altında ezildikçe şiir yazmayı azalttım. Kimi şiirlerimin üzerinde günlerce, aylarca hatta senelerce çalıştım. Bu durumun benim düşüncelerime ve duygularıma set olduğunu, beni kuraklaştırdığını ve tembelleştirdiğini fark ettiğimde de diğer türlere yöneldim. Bu yöneliş enerjimi azaltacağına bilakis artırdı. Yazdığım her deneme yazısı, her kitap yazısı ‘ki ilk defa siz teşvik etmiştiniz’ ya da her hikâye ufkumda yeni ışıklar yaktı. O ışıklarla aydınlandıkça daha çok yazdım. İnsan yazmanın lezzetini alınca bir daha vazgeçemiyor. 
Yazı türlerini artırmam konusunda kimin neyi nasıl algılayacağını düşünürsem inanın ki yazamam. Bu yüzden de önemli olan yaptığım işin bilincinde olmam ve bu bilinçle emin adımlarla ilerlememdir. Ne kadar emin adım attığımı zaman gösterecek. Çünkü zaman süzeğinde üstte kalmak için entelektüel birikimin fazla olması çok önemli. Önümdeki merdivenin daha çok basamağı var. Ben henüz basamağın önündeyim.
Oldum olası yeni şeyleri öğrenmeyi ve araştırmayı severim. Bunda 70’li yılların eğitim- öğrenim sisteminin araştırmaya yönelik olmasının büyük katkısı olduğunu biliyorum. Şimdilerde unutulmaya yüz tutan kütüphaneye gitme alışkanlığı o dönemlerde çok yaygındı. Ben de bir kütüphane aşığıydım.  Ancak öğrenmenin tek yolu kitaplar değildir. Canlı kaynaklar, karşılıklı enerji alışverişine imkân verdiği için tetikleyicidir. Mülakatlar ile de sevdiğim, değer verdiğim ya da yeni tanıdığım insanları edebiyat camiasına tanıtmak kâşifliğin tadına varmak kadar güzeldi benim için. Elbette yeni şeyler keşfetmek zordur ancak en azından bu yolda çabalamak güzeldir. Ben de kendimce çabaladım bu yolda.
Güldesteler hizmetlerin en güzeli, en tatmin edeni, en şevk vereni oldu benim için. Neden derseniz onda kendimden ziyade birçok şairin gönül sesini okuyucuyla buluşturmuş olmak farklı bir duygu yaşattı bana. O kadar ki inanın bazen kendi özgün çalışmalarımdan daha çok haz aldım. Bu şekilde iki çalışmam oldu. İkisinin de manen verdiği tatmini hiçbir maddeye değişmem.
Tüm bunların yanı sıra yazı atölyemde şiir her zaman başköşemde ağırlanmaya devam etti ve edecek. Mısralarımın altında ezilsem de çiğnensem de şiirden kopamam. 
Malumunuz olduğu gibi edebiyatımızda, yazı serüvenine şiirle başlayıp daha sonra düzyazıda ustalaşan pek çok isim var. İyi şiir yazamadığını düşünüp düzyazıya yönelen yazarlarımız arasında hatırıma gelenler arasında Beşir Ayvazoğlu ve Nazan Bekiroğlu en dikkatimi çekenlerden. Ancak şiir benden kopsa dahi ben şiirden kopamıyorum. Anlayacağınız benim şiirim kuma kabul ediyor! Şiir kaçtıkça ben onu kovalıyorum ve er geç yakalıyorum. Şiirin peşini hiç bırakmıyorum. Aradığını bulmak ise insana bambaşka bir cezbe sunuyor.
Bekir OĞUZBAŞARAN: Hem gazete, dergi, sanal dünya, konferanslar, yarışmalar, şiir dinletileri, TV programları… Yolcu nereye?

Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR49.852\kapaklar\166884_502162427898_660547898_6059275_4196357_n.jpgSergül VURAL:  Adım adımdır hayat. Bazen hızlanır bazen yavaşlarız. Ancak takdir edersiniz ki ne kadar antrenmanlıysak o kadar hızlı yürürüz. Kaslarımız güçlenir, hücrelerimiz yenilenir, adeta gençleşiriz. Edebiyat da böyle bir antrenman istiyor sanki. Yazdığınız yazıları, şiirleri görücüye çıkarmazsanız yazmanın amacı da yerine gelmiyor. Dolayısıyla insanın önüne bazı kanallar açılıyor ve akıntıya kapılmışçasına ilerliyor insan.  Kayseri Hakimiyet Gazetesi’nde Duygu Yansımaları isimli bir köşemde 4 senedir haftada bir duygu ve düşüncelerimi yazıyorum. Bu kanalla ulaştığım okurlarım haber arasında nefeslendiklerini söylüyorlar. Soluk aldığımız kadar soluk aldırmak da çok güzel inanın bana. Bir okurun yüreğine rüzgâr olabilmek o rüzgârda serinleyen yüreği görüp tanımasak da mutlulukların en bulunmazı. Eğer vereceğiniz güzellik var da bunda cimrilik ediyorsanız bu bir vebaldir. Ben vebalde kalmak istemiyorum.
Dergiler şiir ve deneme yazılarının yanı sıra özellikle kitap yazılarımı yayınladığım en bulunmaz kanal. Yaşayan edebiyatın kalbinin attığı yer. Nasıl yer almayayım? O kalp atışlarını dinlemezsek bu yolda sebatlı olanları nasıl takip ederiz? Zaman anaforunda kaybolan insanların yazdıklarına en büyük şahit dergiler olacaktır. Bu yüzden edebiyat yolculuğunda dergilerin yeri tartışılmaz. Bazı dergilerdeki kadrolaşmayı aşamasak da onları takip etmeyi bırakmamalıyız. Çünkü damla yok diye derya bir şey kaybetmez. İçinde yer alayım almayayım her dergi benim için bir deryadır.
Sanal dünyaya gelince, günümüzde taşra kavramının yok olmasında internetin önemi tartışılmaz bir gerçek oldu. Ulaşmak istediğiniz ne varsa tek dokunuşla önünüze geliyor. Sosyal paylaşım siteleriyle birçok aktiviteden haberdar oluyor ve takip ediyorsunuz. Bu bulunmaz bir nimet. Yolcuysam ki öyle dediniz, elbette bu yolun kolaylıklarından faydalanacağım. Nimeti kim elinin tersiyle itiyor ki ben iteyim? Kültürel haber yazılarımın yayınlandığı siteler de var. Bunların başında dünyabizim.com geliyor. Türkiye’de ve dünyada olan ne varsa okumak, şahit olduklarınızı anında dünya ile paylaşmak da çok güzel. Bu yüzden katıldığım konferans ve panelleri de yazıyorum. Böylece daha geniş kitlelere bilgi aktarımı yapmış oluyorum. Bu da beni mutlu ediyor, çünkü insanlara hizmet etmenin birçok yolundan birisi de budur.
Yarışmalar hakkında hiç önyargılı olmadım. Önceden belirlenen eserlere ödül verildiğine hiç inanmadım. Bu konuda fazlasıyla hoşgörülüyüm yoksa güvenmediğim bir sisteme katılmamın da bir manası kalmazdı. Aslında tüm bu gayretler şiir dinletileri ve TV programları da dâhil, insanın kabuğunu kırmasından başka bir şey değil. Tohum çatlamadan nasıl fidana dönüşmezse, insan da kabuğunu çatlatmazsa dışa açılamaz. Filizler fidan olmalı ki meyve versin. Bunların hepsi için de zaman gerekiyor. Çünkü edebiyatta en belirleyici kriterdir zaman. O yüzden bu yolculuk sonsuzluğadır. Bir yankım olursa ne ala, olmazsa elimden geleni yaptım demek de çok güzel…
Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR19.054\kapaklar\ANNE PEYGAMBER NERDE.jpgAçıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR17.513\kapaklar\ANNE SECCADEM NERDE.jpg
Bekir OĞUZBAŞARAN: Çocuk edebiyatı ile de ilgileniyorsunuz. Annelik duygusuyla bu alandaki çalışmalarınız arasında ilişki kurulabilir mi?

Sergül VURAL:  Çocuk şiirleri yazdığım doğru ama ilgilendiğim alanın Çocuk Edebiyatı olduğunu söyleyemem çünkü hikâyesiyle masalıyla ve romanıyla oldukça geniş bir alan. Pedagojik eğitimim olmadığından kendimi bu edebiyatın içinde göremiyorum. Ben sadece bu alana şiirle küçük bir kapı araladım. Birçok anne benden çocuk şiirleri yazmamı, bazı yayınevleri de çocuk hikâyeleri yazmamı istemişti. Profesyonel anlamda bir çalışma düşünmediğimden üzerinde durmamıştım. Ancak bazen nerden estiğini bilmediğiniz öyle bir rüzgâr esiyor ki ne olduğunu anlamadan savruluyorsunuz o rüzgârla.  Ben de böylesi bir savrulma yaşadım.
Gün geldi körpe dimağlara hakikatin ışığını yansıtmak, şiirle o küçük yüreklerine iman ve peygamber sevgisini aşılamak nasip oldu. En iyi bildiğim alan şiir olduğu için o yoldan aktım. Çocuklar çok sevdiler, Anne Seccadem Nerede ve Anne Peygamber Nerede isimli o iki küçük şiir kitabını. Onları hediye ettiğim bazı çocuklar namaz terimlerini ilk defa o şiirlerden okuyunca merakla sordular, anlattım. Eminim ki o şiirleri okuyan çocukların birçoğu da bazı kelimeleri öğrenmek için ya öğretmenine ya da sözlüğe başvurdu. Gördüm ki 5 ila 9 yaş gurubu çocukların bu konuda eksikleri var. Dini konularda çocukları eğitenler sınırlı. Anneler bu konuyu eğitim sistemine bırakıyorlar, eğitim de bu konuda yeterli olmuyor. Zira oyun çağındaki çocuklara kreş ve anaokullarında başlayan çiçek, böcek vb. şiir ve şarkı öğretileri, okul başladığında dini öğretileri öğretme kaygısından uzak devam ediyor. Bu da çocukların ruh dünyasında bir boşluğa neden oluyor. Oysa çocuk iman ve inanç ile ne kadar küçük yaşta tanışırsa sevmesi o kadar kolay olur. Bakın sevmesi diyorum çünkü bana göre sevmek inanmanın büyük bir bölümüne hâkimdir. Sevgi olmazsa ne imanın ne de ibadetin değeri olur.
Açık söylemek gerekirse içimdeki çocuğun sesini o küçük yavruların duyması beni çok mutlu etti. Kitaplar hatırı sayılır oranda baskı yaptı. Hesaplı bir çalışma değildi bu kitaplar, çünkü hayatta hiçbir şeyin hesap etmekle yürüyeceğine inanmıyorum. Nasip ne ise ondan öteye gidemez insan. Belki de hasbi duygularla başladığım için manen çok bereketli bir çalışma oldu.
Bu çalışmalarımın annelik duygularımla hiçbir bağı olmadı çünkü ben hep içimdeki o sarışın mavi gözlü kız çocuğunu dinledim. Hep onun sesi çınladı kulaklarımda, hep onun ağzından yazdım. Annelik duygularım sustu o gelince.  O gelince şiir konuştu sadece.
Bekir OĞUZBAŞARAN: Edebiyatta merkez-taşra çelişkisi hususundaki görüşleriniz nelerdir?

Sergül VURAL:  Az önce bu konuya kısaca değinmiştim ama dilerseniz açayım. “Taşra” ve “Merkez” kutuplaşmasına oldum olası karşı çıktım. Böyle bir ayrımcılığı, düşünen beyinleri alçaltıcı, aşağılayıcı olarak gördüm. Hikâye, roman ya da senaryo seçimlerinde Anadolu kullanılacak ancak yazar ya da şair Anadolu’dan çıkınca ötekileştirilecek, ne kadar acımasızca. Fakat ne kadar karşı çıkarsak çıkalım geçmişte böyle bir ayrımcılık belirgin bir şekilde yaşanmış. Geçmişte diyorum çünkü kitle iletişim araçlarının bu denli etkili olduğu günümüzde hâlâ bu ayrım var iddiasında bulunulursa ya da böyle bir ayrım yapılırsa, elinizi vicdanınıza koyun, derim. Bana göre çok yakın bir süreçte bu ayrım tamamen ortadan kalkacaktır.
Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR33.453\kapaklar\Naz çiçeğim.bmpFikir ve sanat, refah düzeyi yüksek merkez şehirler ve başkentlerde gelişmiş olabilir ancak günümüzde refah seviyesi yüksek olmayan şehirlerin azalmasıyla insanların kültür ve sanata meyli de artmıştır. Bu durum Türk düşünce ve sanat dünyasının önemli gelişmelere gebe kalacağının delilidir. “Ne iş yaparsan yap en iyisini yap!” düsturuyla hareket edildiğinde her işte olduğu gibi edebiyatta da ses getirilebileceği inancındayım. Divan edebiyatında bir Fuzuli, halk edebiyatında bir Yunus Emre, Karacaoğlan, Âşık Veysel hala neden yaşıyor dersiniz? Onlar taşrada değiller miydi? Ne yazık ki insan olarak ötekileştirmeyi seviyoruz. Aslında tüm bu kavram çelişkisinin altında yatan ana sebep de budur.
Artık taşrada sanatın kıymetinin bilinmediğini de söyleyemeyiz. Nice ilde çıkan edebiyat dergileri ve basılan kitap sayılarındaki artış, kültürel etkinlikler gözle görünür bir gerçekliktir. Önemli olan niteliği olan çalışmalar yapabilmektir. Eğer siz nitelikli bir eser ortaya çıkarırsanız kitle iletişim araçlarıyla ülkenin bir ucundan bir ucuna hatta yurt dışına kadar sesinizi duyurma imkânınız var. İnsan kendini her yerde geliştirebilir hatta yaşam koşulları keşmekeşten uzak olan sessiz yerlerde yalnız kalarak iç dünyasını daha rahat duyan şair ya da yazar daha özgün eserler çıkarabilir kanaatindeyim. Yeter ki ne istediğini bilsin, yeter ki yazılı edebiyatı yakinen takip edebilsin.

Bekir OĞUZBAŞARAN: Yeni projeleriniz neler?

Sergül VURAL:  Evet, çalışkan gördüğünüz bir insanın yeni projelerini merak etmeniz çok doğal. Hazırda bir şiir dosyam var onu hayata geçirmek istiyorum lakin henüz bir yayıneviyle anlaşamadım. Bu defa dağıtımı olan bir yayınevi olsun istiyorum ama nasip bakalım. Malum, şiir okuyucusunun kitaba meyletmemesinden dolayı yayıncılar şiir kitabına sıcak bakmıyorlar. Yine de ümitliyim.
Bu arada bir de sürpriz çalışmayla çıkabilirim okuyucunun karşısına ama bu konuda açıklama yapmamayı uygun görüyorum. Bekleyelim, görelim Mevla’m neyler, neylerse güzel eyler…
Bekir OĞUZBAŞARAN:  Berceste dergisi hakkındaki izlenim ve değerlendirmelerinizi de almak isteriz.

Sergül VURAL:  Berceste dergisi yıllardır bizzat içinde olduğum sıcaklığıyla, dostluğuyla, kendime yakın gördüğüm ve adeta içselleştirdiğim bir dergidir. Özel sayılarda ele aldığı konular ile dikkat çektiği de bir gerçek. Sizin ve Vedat Bey’in bu konudaki özverilerinizi takdir etmemek mümkün değil. Ancak bazı sayılarda akademik yazıların kaynakça bölümlerinin sayfalar tutması pek hoş olmuyor. Kendi adıma söylemem gerekirse araştırma yazılarının dipnotsuz özgün anlatımlılarını tercih ediyorum. Mahmut Kaplan’ın yazılarını buna örnek verebilirim. Hem sıkmıyor, hem de okunurluğu artırıyor. Bunu söylediğim için belki beni kınayacaksınız ama tezler bana oldum bittim itici gelmiştir. Belki bu konuda daha titiz davranılabilir demeyeceğim çünkü Vedat beyin ve sizin derginin kaynak niteliği taşıması bakımından bu konuya öncelik verdiğinizi biliyorum. Bunun dışında genel olarak baktığımda derginin tanınırlığının olduğu gerçeği çıkıyor ortaya. Bunda on yıla yayılmış bir emeği, yayın kurulundaki istikrarı ‘ki burada Ümit Fehmi ağabeyime Allah’tan rahmet dilerim’ ve İbrahim beyin fedakârlığını göz ardı edemeyiz. Dergi daha iyi olamaz mı, daha çok yere ulaşamaz mı, diye kendi kendime sorduğumdaysa iyinin iyisi mutlaka vardır demekle yetineceğim. Berceste dergisinin istikrarlı çizgisi ile zamana perçinleneceğinden hiç şüphem yok.
Bekir OĞUZBAŞARAN:  Kayseri kültür-sanat-edebiyat ortamının size göre ne gibi eksikleri var?

Sergül VURAL:  Kültür-sanat-edebiyat ortamı dendiği zaman aklıma ilk olarak entelektüel nitelik geliyor. Bu nitelik tanımlaması bir yanıyla kültürel diğer yanıyla felsefi düşünceyle temas halinde olmadıktan sonra ilgimi çekmiyor. Konuşulanlar yavan kalıyor ve beni düşünce ikliminde yol almaktan alıkoyuyor.  Edebî sohbetler olsun, kültürel etkinlikler ya da edebî faaliyet olsun karşımdaki konunun uzmanı değilse veya belli bir birikimden yoksunsa gözümde çekici hale gelmiyor. Elbette birçok konferans, panel ya da şiir programlarında konunun uzmanı olmayan kişiler tarafından bilgi ya da duygu aktarımları oluyor olmasına da benim için bunlar anı değerlendirmekten öteye geçmiyor.
Şair- yazarın ya da kültür insanının ya da bir sanatçının dünya görüşü ile sanatı arasında uçurum oluşunca bulunduğunuz ortam da kısır kalıyor. Kişilikler ve eserler arasında kurulacak doğru orantıyı da unutmamak gerekiyor. Bence kültürel faaliyetleri yapacak kişi, kurum ve kuruluşlar bunları dikkate almalı ve kültürel zemini o şekilde hazırlamalıdır. Biz yaptık oldu, diyerek yürümüyor bu işler. Önemli olan kimiz, ne yapıyoruz, ne için yapıyoruz sorularıyla amacın belirlenmiş olmasıdır. Yerel ve evrensel bağları harmanlayarak kültürel yapıyı oluşturmak ise kâr hanemize olumlu getiri olarak yazılacaktır.
Bu konuları birçok kişiyle konuşuyoruz. İçlerde ukde niyetine duruyor “Kayseri’de bir Kubbealtı Sohbetleri” nin olmaması… Bir özlem var hasbi muhabbete. Bir özlem var usta çırak ilişkisiyle oluşan dostluklara. Kısa bir süre de olsa bulundum  “Kubbealtı Sohbetleri” nde. Herkesin birbirini sevgi ve saygı çerçevesinde kucakladığına tanık oldum. Büyük büyüklüğünü, küçük küçüklüğünü biliyor, konuşulan dinleniyor, kimse kimsenin sözünü kesmiyor, fikir alışverişleri yapılıyordu.  Bu tabağın görünen yüzüydü. Eminim ki onların arasında da beklentilerin bertaraf edilemediği dostluklar olmuştur. Çünkü insan her mekânda ve şartta nefs taşıyor ve kırılmalar her ortamda olabilir.
Kayseri’ye gelince; kültür-sanat-edebiyat adına gayret var ancak bu gayretler ne kadar yeterli, tartışılır. Pek çok vakıf ve dernek bünyesinde kültürel anlamda yerel çalışmalar oldukça fazla. “Kültür insanı” sıfatını alan çok sayıda hemşerimiz var. Anlayacağınız yapılan çalışmalarda konu Kayseri olunca akan sular duruyor. Peki, o zaman evrensellik nerede kalıyor?
Olaya görsel sanat kavramıyla baktığımda şehrimizin ilk ve tek özel tiyatrosu olan Uluhan Kültür Merkezi geliyor aklıma. Sayın Şükriye Uluhan’ı da özellikle tiyatro alanında davasının Donkişot’u olarak görüyorum. Aynı doğrultuda genel olarak değerlendirdiğimde ise sinema, tiyatro, resim, fotoğraf vb. sanat dallarında, nüfusa oranla ne yazık ki yavan kaldığımızı görüyorum. Kişisel ya da kurumsal çabaların bu alanda doyum sağlamaya yettiği de söylenemez.
Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR36.345\kapaklar\Bir Günde Dört Mevsim.bmpEdebiyat alanında ise Kayseri Büyük Şehir Belediyesi’nin şair-yazarlara tahsis ettiği Yoğunburç Kültür Evi birçok ilde örneğine rastlanmayan bir hizmet. Bu hizmeti görmezden gelemeyiz. Şiir dinletisi, konferans, çeşitli okuma programlarının hizmete adanmış mekânı olması çok güzel ancak olaya sorunun başındaki anlattığım çerçeveden bakınca içini yeterince dolduramama endişesine kapılıyorum.
Konu, mekân ya da program vesaire de değil aslında. Konu insan ve insanın kendini kültür-sanatın ya da edebiyatın hangi karesine sığdırdığıdır. Edebiyat deryasının derinliklerini bilenler için bu derya büyük; kimisi damla olmakla yetinir, kimisi dalgalandırmak ister deryayı, kimisi de sahile vurur. Tercih kişinin kendisinindir.

Bekir OĞUZBAŞARAN:  Edebiyatta ulaşmak istediğiniz hedef nedir? Yolun neresindesiniz?

Sergül VURAL: Bu soruya iki şekilde cevap vermeyi uygun buluyorum. Öncelikle kişinin kendi hedeflerinden yola çıkmak istiyorum. İnsanların çoğunda olduğu gibi elbette ki yazarın ya da şairin de bilinçli ya da bilinçsiz, bireysel ya da toplumsal bir amacı vardır. Hedefleri ise bu amaç çerçevesinde kendi kendisiyle yaptıkları birer sözleşme gibidir. Ürettikleriyle görücüye çıkmak, duygu ve düşüncelerini onlarla paylaşmak adına kişi bu sözleşmeye uydukça kendi belirlediği hedeflere ulaşır. Hedefine ulaşmış şair- yazar kendi sözleşmesine uymuş demektir. Fakat ulaşılan bu hedef sadece şair ve yazarın kendisini bağlayan bir hedefin oluşmasıdır ve genele mal edilemez. İdealini gerçekleştirmiş bütün insanlarda olduğu gibi bu durumda da bir doyuma ulaşma ya da doyumsuzluk hali yaşanabilir. Yeni hedeflere yeni amaçların tetiklemesiyle varılabilir.
Açıklama: C:\Users\oem\AppData\Local\Temp\Rar$DR40.749\kapaklar\süveyda.gifAncak soruyu edebiyat kavramı içinde genele yayarak değerlendirmem gerekirse, damla, derya içinde nerede olduğunu nasıl bilemezse şair ve yazarlar da edebiyat deryasındaki yerini bilemez, ulaşmak istedikleri hedefleri kendileri belirleyemezler. Yerini, konumunu belirleyemez, kendi yerinin otoritesi olamaz.
Edebiyat yolu uzun bir maraton gibidir. Şairlerin ve yazarların ürettikleri de bu maratonun koşucularıdır. Yol zamandır. Kiminin eserleri bu yolu katederek ipi göğüsler, kiminin eserleri yarı yolda kalır. Bunun en önemli kıstası zamandır. 
Bekir OĞUZBAŞARAN:  Ev hanımlığı ile şair-yazarlığı bir arada yürütmek zor olmuyor mu?

Sergül VURAL:  12 yıllık kısa bir çalışma hayatım oldu. Bu sürede her kadının çalışsın ya da çalışmasın evine geldiğinde yine ev hanımı olduğunu fark ettim. Ne iş yaparsanız yapın işten eve geldiğiniz andan itibaren bütün sosyal kimliğinizden sıyrılıyorsunuz. Anne oluyorsunuz, eş oluyorsunuz, evlat oluyorsunuz, gelin oluyorsunuz.  Aslında bu durum erkekler için de pek farklı değil. Erkekler de aile içine girdiklerinde hangi meslekten olurlarsa olsunlar eş, baba, evlat ya da damat kimliğine bürünmüyorlar mı? Yine ilk sorduğunuz soruya verdiğim cevaba paralel olarak cevaplamam gerekirse siz bir erkek olarak öğretmenlikle şair-yazarlığı ne kadar kolay ya da zor yürüttüyseniz bir kadın olarak benim içinde bulunduğum durum da pek farklı değil. Sonuçta insanız değil mi? İnsan kendisine yüklenen sorumlulukları yerine getirdiği sürece çıkan sorunların da üstesinden gelebilir.
Okumak, düşünmek ve yazmak benim en doğal hakkım ve bu hakkı yaşadığım sürece kullanmaya kararlıyım. Önüme çıkan zorluklar olursa da hayat yolunun merhaleleri olarak değerlendiririm.
Bekir OĞUZBAŞARAN: Yazı hayatınızla alakalı düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için teşekkür ederim.

Sergül VURAL:  Kendimi ifade etmeme vesile olduğunuz için asıl ben size teşekkür ederim.

Berceste Dergisi, 121. sayı, Temmuz 2012

Yorumlar