Hüseyin Cömert
Kayseri’ye tabi İspile köyü
yakınlarından başlayarak, kuzeydoğuya doğru uzanan Koramaz Dağı’nın kuzey
eteklerindeki arazide yer alan, oldukça derin ve birbirlerine paralel; Koramaz
Vadisi, Gesi Vadisi, Derevenk Vadisi gibi üç büyük vadinin, çevresinde kurulmuş
bulunan çok sayıda köy ve mezradan meydana gelen idari birimin eski
kayıtlardaki ismi Koramaz Nahiyesi
idi.
Kayseri’nin, Kapadokya’nın merkezi
olduğu dönemde de, merkezin asıl varlığını bu vadilerdeki köyler teşkil
ediyordu. Bölge halkı, geleneğinde yer alan taşçılık, mimarlık, nakkaşlık… Gibi
meslek ve zanaatların verdiği güçle, köy
ve kasabalarını imar ederek, adeta bir
cazibe merkezi haline getirmişlerdi. Bundan dolayıdır ki, 1875 yılı nüfus sayımında Kayseri şehir
merkezinde 42.000 nüfus mukim iken, aynı tarihte, Talas’tan- Bünyan’a kadar
uzanan dar bir bölgedeki yerleşim alanında, kilometre kareye 250 kişi düşecek
kadar yoğun ve Kayseri Sancak nüfusunun % 40 na tekabül eden 50.000 civarında
bir nüfus barına biliyordu. Bunun içinde bölgeye “Kayseri Kayserisi”
denilmiştir.
Toplumumuzda, aydınlar arasında,
Tanzimat ile başlayan ve Cumhuriyetin ilanına kadar devam eden fikir hayatının
ve bilhassa ikinci Meşrutiyeti hazırlayan siyasi hareketin önemli
elemanlarından olan Yunus Bekir Beyefendi 1868 yılında “Kayseri Kayserisi”
denilen bölgenin köylerinden Dimitre/Dimidere de dünyaya gelmiştir. Ailesinin,
“Eğri oğlu” adlı Türkmen aşiretine mensup bulunduğu ve Konya taraflarından
göçerek Dimitre’ye yerleşmiş bulundukları, merhumun yeğeni Ali Rıza Önder
tarafından belirtilmektedir.
Hiç şüphe yok ki İnsanın doğduğu ve
büyüdüğü çevresi onu etkisi altına almasın. Bu etkileşme, bazı insanlarda az,
bazılarında ise, Yunus Bekir’de görüldüğü gibi derin izler bırakacak kadar
büyüktür. Doğduğu ve büyüdüğü, adını Homeros Destanındaki bereket tanrısından
“Demeter” den alan Dimidere köyüne karşı duyduğu derin özlemi, Yunus Bekir
mısralara şöyle döküyor:
“ Bilirim, kendi köyümdür o dere
Orda doğdum, hürmetim var madere
Öyle severim ki köyümü kalben
Dünyayı verseler vermem Mançure (bir semt)
Ulupınar yere çarpar yüzünü
Gözünde yıkarlar kızlar yüzünü
Al çiçekli yeşil donlu bahçeme
Vallahi değişmem bu yeryüzünü”
Yunus Bekir Beyi içinde büyüdüğü
coğrafyanın dışında, Dimitre’nin hemen
yakınında yer alan: 19.yy da yetişmiş en büyük mecelle şarihi (Mecelleyi şerh
eden) hukukçu Müftü Mesut Efendi ve oğlu Rifat Efendi, Ağırnaslı Mustafa Çavuş,
Seyit Efendi Zade Şükrü Efendi, Abdulkadir Zamantılı, İsmail Ozan gibi sanatçı,
yazar ve ilim adamının bulunduğu Ağırnas; Abdullah Efendi ve Şaban Hami Bey
gibi divan şairi ve çok sayıda idari görevde bulunmuş vezir-vali-divan kâtibi
gibi insanların yetiştiği, Şair Behçet
Kemal Çağlar’ın köyü Büyük Bürüngüz; altı adet mahalle mektebi, bir adet
Medrese ve medrese eğitiminin yetersiz çağdaş olmadığının anlaşılması üzerine
açılan iki adet özel okulu bulunan, çok sayıda ilim sahibi Hoca ve Müderrisin
yaşadığı Gesi-Efkere gibi gelişmiş köylerin kültürü de
etkilemiştir.
Yakın çevrenin dışında, aile erkekleri, nakkaş ve boyacılık gibi
zanaatları icra etmek üzere gittikleri
ve uzun süre kaldıkları İstanbul’un da etkisinde kalmışlardır. Zira buranın
konuşma tarzı-beyefendiliği gibi kişisel özelliklerinin yanında maddi kültür
unsurlarını da köylerine taşımışlardı.
Ayrıca, Behçet Kemal Çağların dedesi Bağdat valilerinden Şaban Bey ile de
akrabalık bağları bulunuyordu. Şaban Bey ailesinden ve Yunus Bekir’in biraderi
Ali’nin Girit’te, Saray aşçısından öğrendiği “Saray Mutfağı” na ait yemek ve
meze çeşitleri, Eğrioğlu ailesinin mutfağına girmiş ve hanımları tarafından da
benimsenerek bir gelenek halinde nesilden nesile intikal ettirilmiştir. Hulasa
Yunus Bekir, ilerideki hayatında düşüncesine etkili olacak oldukça kaliteli ve ileri bir
kültürel ortamda çocukluğunu geçirmiştir.
Ayrıca Eğrioğulları uzun yıllar,
kervanlarla Bağdat-Basra, Trabzon-Tebriz, İzmir-Kayseri, Halep-Şam,
Kayseri-İstanbul arasında taşımacılık yapmışlar ve Avrupa’nın sanayi ürünleri
ile tanışarak dış dünyadaki gelişmenin de farkına varmışlardı. Avrupa’da ki
gelişmenin ilimle olduğunu anlayan Eğrioğlu Mehmet, Tanzimat Fermanının ilanından
hemen sonra köyüne bir ilk mektep yaptırmıştır. Ailedeki geleneğin icabı olarak
ileride 1908 yılında Kayseri Maarif Encümeni
üyesi olarak vazifede bulunacak ve Kayseri’de ki yenileşme hareketlerinin ileri
gelenleri arasında yer alacak olan Yunus Bekir, köyündeki dedesinin yaptırdığı
mektebin yerine, üç sınıflı bir ilk mektebin yaptırılmasına da öncülük
edecektir.
Babasını 1876 kaybeden Küçük Yunus,
daha önceden, aileden ve çevreden edindiği intibadan; amcalarının kuzu çobanı
olması için yaptıkları baskıyı reddetmiş ve okumak arzusuyla küçük yaşta köyünü
terk ederek İstanbul’a gitmiştir. Orada Beylerbeyinde, akrabaları Halim beyin
yanında, üç yıl “İstavruz mektebi” okuyarak ilk Mekteb tahsilini tamamladıktan
sonra, Haydarpaşa hastanesi bünyesinde bulunan Cerrah Mektebine girmiş ve
burada da üç yıl okuyarak, cerrah yardımcısı diplomasını almıştır. Daha sonra
ata mesleği olan nakkaşlık ve yağlı boya ressamlığını öğrenerek, asıl mesleği
olan cerrahlığa rağbet etmeyerek, inşaatlarda çalışmış. Elinin emeği ve alın
teri ile kazandığı paraları yollayarak
köyünde bıraktığı anası ile kız kardeşlerinin geçimini temin etmeye çalışırken,
1890 yılında başına gelenleri: “şurada burada sanatımı icra ederken Sadrazam
Cevdet Paşa’nın müsteşarı Giritli Ziya Bey’in Marki Köyündeki konağını yaptım.
Bu zatta seksen lira alacağım kaldı. Dava ettim haklı olduğum halde ona hatır
ederek beni mahkemeden koğdular” diye anlatmaktadır. 1905 yılında İstanbul’da
Fatih Sultan Mehmet semtinde ki bir işyerinin (Şekerci Hanı) fiyatının 125 lira
olduğunu hatırlatırsak, Müsteşar Ziya Beyin inkâr ettiği 80 liranın büyük bir
meblağ olduğu anlaşılmış olur. Hak arama yollarının tükendiği, adaletin “mülkün
temeli” olmaktan uzaklaştığı ve güçlüyü haklı ilan ettiği yerde zulüm başlamıştır.
İkinci Abdülhamit yönetimini bir
istibdat rejimi olarak dillerinden düşürmeyenler, aynı dönemin adalet
teşkilatının durumunu ve işleyişini ele alarak incelemekten uzak durmuşlardır.
Kimseye eyvallah etmeyen ve daha sonraki
hayatında da etmeyecek olan genç Yunus Bekir, maruz kaldığı haksızlığa karşı
mücadeleye karar vererek 1892 yılında gizli çalışan “İttihat ve Terakki”
cemiyetine, Çeşme Meydanlı Cevdet Efendinin delaletiyle üye olur. Böylece,
ömrünün büyük bir kısmını zindanlarda ve sürgünlerde geçireceği yeni bir
maceraya da atılmış bulunur.
Yunus Bekir, gizli teşkilattaki
görevi icabı, Avrupa’dan gönderilen idareye muhalif dergi ve gazeteleri özel
bir şifre ile Fransız postanesinden alarak abonelerine dağıtırken, gazeteciliğe
de ilk adımını böylece atmış bulunmaktadır. Ayrıca yeni fikir ve düşünceleri
yayan gazete ve dergileri okuyarak kendi fikri alt yapısını oluşturmaya
çalışırken, siyasi fikirlerin geniş halk kitlelerine ulaştırılmasında ve hüsnü
kabul bulmasında, basının önemini de çok iyi idrak etmiş bulunuyordu.
1896 yılında, İstanbul’da Fatih Cami civarında Mizan
ve Meşveret gazetelerini dağıtırken, başına gelenleri ve sonrasını: “Üç sene
akdem Fatih Sultan Mehmet Camiinde Meşveret ve Mizan gazeteleri dağıtmaktan
itham edilerek Babı Zaptiyede cengizpesendana işkencelere hedef edildim. En
nihayet zulmen itham olunarak dört ay kadar da mahpushane-i umumide yattım. Bu
müddet zarfında yediğim dayaklar, duçar olduğum işkenceler hadden efzun idi. Beratım
için irae ettiğim delail semeresiz kaldı. Bana, halâsın için en büyük delil
paradır diye sarahaten söylediler. Bende nem var nem yok cümlesini sattım, iki yüz
elli lira kadar bir meblağ tuttu. Bu parayı da rüşvet olarak babı zaptiye
canavarlarına, hâkim namı altındaki kıta-ı tariklere yedirdim. Paralar
bittikten sonra aç, susuz Anadolu’ya nefyim için hüküm verdiler. Verdiğim
rüşvet semeresiz kalmadı demektir.” diye anlatırken, idarenin ve adalet mekanizmasının
nasıl çalıştığını bir kere daha gözler önüne seriyordu.
250 lira rüşveti “babı zaptiye”
(Emniyet Dairesi) canavarlarına, hâkim namı altındaki “kıta-ı tariklere” (yolkesen haydut takımı)
na verdikten sonra, Kayseri’ye köyüne sürülür ve burada evlenir. 1897 yılında
Türk Yunan savaşına gönüllü olarak iştirak eder ve Teselya’da savaşır. Bu
savaşı ve sonrasını: “Yunan muharebesi
ilân olunduğu zaman (1897-Türk-Yunan harbi) millete ve devlete son vazifemi
icra için gönüllü asker yazıldım. Yenişehir ovalarında, Dömeke dağlarında
biçare evladı vatanla birlikte karnımız aç, sırtımız çıplak olduğu halde düşman
süngülerine merdane, fedakârane göğüs gerdik. Muharebe hitamında biz
gönüllüleri beş parasız salıverdiler. Kırk kişi belediyeye müracaat ettik.
Harcıraha bedel elimize, birer okka ekmek vererek defolup gitmemiz için tehdit
ettiler. Bendeniz bir İtalyan vapuruna girip Selanik’e bin meşakkatle geldim.
Selanik’ten piyade olarak sekiz günde İskeçe’ye geldim.” diye anlatıyor. Vatan
ve yurt sevgisi ile düşmana karşı gönüllü olarak savaşan bu yiğit vatan
evlatlarına, mahalli yöneticilerin gösterdiği menfi tepki, o bölgedeki fert ve
cemiyet yapısını ve hâkim olan düşünceyi ve ileriki yıllarda bu toprakları
niçin kaybettiğimizin anlaşılması bakımından oldukça önemlidir.
Savaşın nihayetinde İstanbul’a
dönmeyerek İskeçe’ye gider. Orada Ceza Reisi Ahmet Fettah Bey’in yanında kalır.
Buradan, Cenevre ve Mısır’da ki Genç Türklerle mektuplaşırken, kısa süre
tutuklanır ve cezaevinden kaçarak Filibe’ye gider. Filibe’de, Muvazene gazetesi
sahibi Ali Fehmi Beyin yanında sekiz ay çalışır. Hazırladığı şiir, yazı ve
resimlerden oluşan bir nevi duvar gazetesi vasfındaki kâğıtları, Filibede’ki
kahvehanelerin duvarlarına asarak halkın okumasına ve irşadına çalışırken bu
hareketlerinden dolayı takibe uğrar ve dövülür. Oradan, Romanya’ya gider ve
Dobruca Kasabasında ulemadan Hüseyin ve Seyit Beylerin evlerinde bir müddet
kaldıktan sonra, Mecidiye kasabasına Dr.
İbrahim Temo Beyin yanına geçer.
Görüldü gibi İstanbul’a gelmeyen ve bir
nevi sürgün hayatı yaşayan Yunus Bekir, dolaştığı şehir ve kasabaların, hatır
şinas, ilim ehli, makam sahibi insanlar ve aileleri ile beraber olmuş ve
onlardan yardım görmüştür. Bazı kalemler tarafından zaman zaman onun istibdada
karşı bir gönüllü sergerde gibi takdim edilmesi, hakkındaki yeterli bilginin
kaynaklarda yer almamasından ileri gelmiş olmalıdır. Zira sanıldığı gibi basit
bir militan olsa idi, gezdiği yerlerde, üst seviyedeki insanlar tarafından bu
kadar hüsnü kabul görmezdi.
1899 yılında Romanya’dan Viyana’ya
oradan İtalya üzerinden Paris’e geçer. Burada tahsilde bulunan ilim ve fikir
sahibi kişilerle tanışır. Bu tanıştığı kişilerden birisi de, dış Türklerden olup
Paris’te tahsilde bulunan ve Cumhuriyetin ilanından sonra Türkiye’ye gelecek
olan, büyük âlim hukukçu-sosyolog Prof. Dr. Sadri Maksudi Arsal beyefendidir. Yunus
Bekir Paris’te bulunduğu yıllarda felsefi - ilmi sohbet ve toplantılara iştirak
ederek fikri tekâmülünü tamamlar.
Fransa’dan Almanya’ya da gittiği ve
oradaki fabrikaları gezdiği hatta çalışıp para kazandığı da bilinmektedir. Daha
sonra gördüklerini ve öğrendiklerini, 1909 yılında Kayseri Mutasarrıfı mümtaz
bir şahsiyet olan Muammer Bey ve Kayseri’nin diğer ileri gelenleriyle birlikte
yaptıkları plan ve projeleri hayat geçirmeye çalışacaktır.
Yunus Bekir, Paris’ten İsviçre’ye geçer,
orada: İttihat ve Terakkinin kurucularından İshak Sukiti ve Dr. Abdullah
Cevdet, İncir Köylü Dr. Hakkı Bey, Bedirhani zade Abdurrahman Beylerle beraber
bulunur ve Osmanlı dergisinde çalışır.
İsviçre’den, Abdullah Cevdet ve
arkadaşları tarafından, özel malzemelerle eylemde bulunmak, ses getirmek ve
böylece yurt dışında bulunan gizli teşkilatın gücünü göstermek için İstanbul’a
gönderilir. İstanbul’a gelen Yunus Bekir yakalanır. Kendi ifadesine göre yedi
buçuk yıl hapiste yatar. Hapiste bulunduğu süre yeme içme, giyim kuşam
ihtiyaçlarını kardeşi Ali sağlar. Ali’nin birçok defa zaptiye nezaretine
dilekçe vermesi ve bir seferinde Zaptiye Nazrının arabasının önüne yatmasından
sonra, Şefik Paşa’nın insafıyla serbest kalır. Mecburi ikamete tabi olarak,
polis nezaretinde memleketi Kayseri’ye gönderilir. Kayseri’de Kaleli Çömlekoğlu
Hacı Ağanın kefaletiyle, her hafta Kapıaltı’na- jandarmaya gelip görünmek üzere
köyüne yollanır.
Yolda gelirken, Kırşehir’de
bulundukları vakit, kardeşi Ali'nin, köyüne telgrafla, müjdeli haberi iletmesi üzerine, Yunus
Bekir’in hanımına inme iner hastalanır, bunlar Kayseri’ye gelip oradan da
köylerine vardıklarında, kadıncağızın cenazesini defnedip mezardan dönen
insanlarla karşılaşarak olup biten acı olayı öğrenmiş bulunurlar.
Yunus Bekir’in acı ve zulümlerle
dolu çileli hayatı 1908 yılında İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile son bulur.
Aziziye Kaymakamı olarak görevde
bulunurken idarecilikte gösterdiği başarılarından ve ehliyetinden dolayı 1
Eylül 1909 da Kayseri Mutasarufu olan Ahmet Muammer Bey ve çalışma arkadaşları,
ülkü ve idealleri icabı olarak cehaleti yenmeyi ve bu yolda mücadeleyi
kendilerine hedef olarak seçerler. Yunus Bekir Bey de Kayseri Maarif Encümeni
Üyesi ve ibtida-i müfettişi olarak Muammer Beyin yakın çalışma arkadaşları
arasında yerini alır.
1908 yılında Kayseri’de ilmiye adı
verilen 30 adet medrese ve 2000 civarında talebe bulunuyordu. Bu medreselerden
birisini Medrese-i Fünun (matematik, tarih, coğrafya, fizik, kimya…) gibi
bilimlerin okutulduğu hale dönüştürmek
için gösterilen çalışmalardan netice alınamamış idi. Bunun üzerine, Muammer Bey
ve arkadaşlarının gayreti ile Kayseri merkez ve köylerine, kendi imkânları ile
70 adet çeşitli seviyede mektep yaptırılmıştır hem de yokluk yıllarında. Bu
mektepler yaptırılırken, biryandan da buralarda yeni usulde ders verecek
öğretmenlerin yetiştirilmesi için Anakara Muallim mektebinin bir şubesini
Kayseri’de açmayı düşünürlerse de, bu işin resmi yoldan halli uzun zaman
alacağından, Muammer Bey kendi yetkisini kullanarak, şehirde Uzunyol’da 1909
tarihinde bir muallim mektebi açmıştır. Birkaç yıl sonra Bahçebaşı semtine
taşınacak olan bu okul, 1918 yılına kadar
faaliyetine devam ederek, Kayseri eğitim tarihi yönünden büyük önem arz eden
muallimler yetiştirmiştir.
Yunus Bekir Bey bu okulların
açılmasından dolayı çok büyük bir memnuniyet duymuş, güftesi ve bestesi kendisine ait;
Açılsın
ikbalimiz,
Şen
olsun vatanımız
Söylensin
Osmanlılar,
Her
lisanda namımız.
Gel ey kâşane-i hürriyet,
Gel ey kâşane-i meymenet.
Biz
visalin çağına,
Yeni
girdik sâline,
Feda
olsun canımız
Meşrutiyet
yoluna
Nakarat
Say
ü gayret edelim,
Terakkiye
gidelim,
İlm
ü hüner, marifet
Fenni
elde edelim.
………
“Hürriyet
Manzumesi” ni yazarak, bestelemiş ve marş olarak uzun yıllar talebeler
tarafından mekteplerde okunmuştur.
Yunus Bekir,1910 yılında ilk
nüshasında “sahib-i imtiyaz ve müdür-ü mesul, Kayseri maarif encümeni namına
Yunus Bekir” yazılı ve Kayseri’nin ilk gazetesi olan Erciyes Gazetesini,
Mutasarrıf Muammer Beyin teşviki ile çıkartarak, Kayseri Basın Tarihine
geçmiştir.
Muammer Beyin idealist
arkadaşları, İkinci Meşrutiyetin anısına, Kayseri-Talas yolunun her iki
tarafını, akasya dikerek ağaçlandırmışlardır. 1960’lı yıllara kadar,
Kayseri’den Talas’a, bu dikilen ağaçların oluşturduğu koridordan gidiliyordu.
1970’li yıllarda adı geçen yol genişletilirken, dikilen ağaçlarda kesildi.
Esas mesleği sağlıkçı olan Yunus Bekir,
Muammer Beyin desteği ile sıhhi alanda önemli ıslahatlarda bulunmuştur.
Böylece, halktan aldığı yardımlarla, yıllar önce başlanmış ve bir türlü
tamamlanamayan “Memleket Hastanesi”nin birinci katını yaptırarak, Kayseri’ye
ilk hastaneyi kazandırmış ve bir müddet burada idarecilik de yapmıştır. Birinci
Cihan harbinde Cephelerden gelen ve hastanede yatan yaralı askerlerin, tedavi
ve bakımlarında gönüllü olarak çalışmıştır.
Diğer yönden, Kayseri ve köylerinde çok
sık görülen ve yüzlerce insanın ölümüne sebep olan kolera hastalığına karşı
açılan savaşta görev yapmış. Bunun için, jandarmanın desteği ile helâsı olmayan
kenar mahalleler ve köylerde tuvalet yapılmasını mecburi tutmuşlar. Mahalle
aralarında bulunan ahır artıklarının, yerleşim yerlerinin uzağına çıkartılmasını,
üzerlerinin kireç ve toprakla örtülmesini sağlayarak çevre temizliğini ilk
başlatan ve başaran kişi olmuştur.
Yunus Bekir ve dava arkadaşlarının
projeleri arasında Kayserinin aydınlatılması da bulunuyordu. Bunun için,
Bünyan’a yaptırılacak hidroelektrik santralinden üretilecek elektrikle,
Kayseri’nin aydınlatılması sağlanırken, diğer yandan da Kayseri-Talas,
Kayseri-Bünyan arasında elektrikli trenlerle yolcular taşınarak ulaşım
kolaylaşacaktı. Bu iş için Bünyanlı İbrahim Bey, santralın inşa edileceği yer
ile Bünyan Suyu’nun çıktığı Pınarbaşı mevkii arasındaki, su yatağında bulunan
özel şahıslara ait araziyi satın alarak 1913 yılı itibariyle 20.000 altın lira
gibi büyük bir meblağı da sarf etmişti. 1914 yılında Cihan Harbinin
çıkması ile bu proje akim kalmış ve daha sonra 1928 yılında hayata geçirile
bilinmiştir. Yunus Bekir ve dava arkadaşlarının yüz yıl önce yapmayı
planladıkları elektrikli tren projesinin cüzü bir kısmı, ancak 2009 yılında
gerçekleşe bilmiştir. Yunus Bekir Bünyan Suyu üzerine Ağırnaslı Mustafa Çavuş
ile birlikte bir un değirmeni kurmuş ve çalıştırmıştır. Böylece daha sonraları
Kayseri’de kurulan modern değirmencilik işletmelerinin öncülüğünü de yapmış
bulunmaktadır.
Ekonomik hayatta serbest teşebbüsten
yana liberal görüşlü olan Yunus Bekir,
bir bakana yazdığı mektubunda da: “İnsanların mefkûresi hiçbir kanunun
inhisarının altında gizlenemez” derken,
hür düşünceye olan inancını ifade etmiş
bulunuyordu.
Yunus Bekir, edebi bilgisi ve derin felsefi
birikimi ile birçok genç insanın yetişmesinde de öncülük etmiştir. Almanya’da
tahsilde bulunan oğlu İbrahim Hakkı’nın arkadaşlarından Kenan Hulusi (Koray,
1906 İstanbul - ö. 1943, Adapazarı), Yunus Bekir Bey ile tanışmış ve onunla
mektuplaşmış. Yunus Bekir, yazdığı mektuplarında Kenan Hulusi’ye “Evlad-ı
maneviyem” diye hitap etmiştir. Yunus Bekir beyin fikri tesirinde kalan Kenan
Hulusi, daha sonra Cumhuriyet döneminde
kurulan Yedi Meşaleciler adlı topluluk üyesi ve hikâyecilerinden olmuştur.
Haksızlığa tahammül edemeyen Yunus Bekir,
İkinci Meşrutiyet sonrasında iktidar olan İttihat ve Terakki fırkasının
beğenmediği uygulamalarını da yazdığı şiirlerle tenkit etmiştir. Millet malı
onun nazarında çok kutsaldır. Siyasi nüfuzunu kullanarak istediği makamlara
yerleşmeyi onuruna yedirememiş. Kenan Hulusi’ye yazdığı mektup da: “ Eğer bu memlekette erbab-ı irfan ve üdebanın kıymeti takdir
edilse idi mukabile bende oturmazdım. Bu memleketin tanzifatında (temizlik
işlerinde) bir süpürgeci olurdum. Veyahut elli senedir topladığım dertlerimi
halkın boynuna yükletmek için bir idare memuru bilmem daha neler olurdum.
Evladım, zaman bizi koparta koparta zincirlerle sarmıştır. Bu ağsarı zaman
elinden bizi daha doğrusu milleti ve vatanı kurtarabilecek yeğane ümit siz gençlerin
yedi kudretindedir. Kim bilir sizin için kanunu ezeliyenin hikmet-i
hakikiyesinde size ne gibi armağanlar gizlidir. İşte levh-i mahsusa da budur.”
niçin idari görevlerde bunmadığını ve gençlere olan ümidini ifade ediyor.
Türk Fikir ve inkılâp tarihi
içerisinde önemli yeri olan Yunus Bekir, idari görevlerde bulunmadığından,
araştırmacıların dikkatinden kaçmıştır. Onun mücadelesi, fikirleri ve kişiliği,
yeğeni Ali Rıza Önder tarafından gün ışığına çıkartılarak çeşitli gazetelerde
yayımlanmıştır.
Cehalete, hurafeye ve fukaralığa
düşman olan Yunus Bekir, ömrü boyunca, arkadaşı Muammer Bey gibi, bir ahlak
abidesi olarak dik durmuş eğilmemiş. Fikir ve düşüncelerinden taviz vermeden
yaşayarak 1931 yılında Şarkışla’da hakka yürümüştür. Ruhu şad olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder