KARABAĞ’IN HARİTASINI ALNINDA, YARASINI YÜREĞİNDE, İNTİKAMINI GÖZLERİNDE TAŞIYAN BİR KAHRAMAN GÜLŞEN BEHBUD

KARABAĞ’IN HARİTASINI ALNINDA, YARASINI YÜREĞİNDE, İNTİKAMINI GÖZLERİNDE TAŞIYAN BİR KAHRAMAN
GÜLŞEN BEHBUD
Uygunlaştıran: İmdat AVŞAR
Vatan toprağını kutsal kabul etmek, milletini, yurdunu, elini, obasını seven her insan için esas görev ve arzudur. Özgür olmayan bir vatanda, özgür vatandaştan söz edilemez. Gelişmenin, ilerlemenin temeli özgürlükse, bu özgürlüğün esas göstergesi de vatan toprağının; doğduğumuz diyarların, hür ve bağımsız olmasıdır. Ancak özgürlük, ne birileri tarafından verilebilir; ne de parayla satın alınabilir. Her millet, özgürlüğüne ancak kanı pahasına sahip olabilir. Elbette Azerbaycan da kahramanların diyarı; çatal yürekli yiğitlerin meskenidir. Bu toprağın Babek, Cavanşir, Köroğlu, Kaçak Nebi gibi kahramanları, Mehdi Hüseynzade, Geray Esedov, Gafur Memmedov, Hezi Aslanov gibi yiğit oğulları vardır. Bu koçyiğit cengaverler vatanın bağımsızlığı ve çilekeş halkın mutluluğu uğruna mücadele bayrağını kaldırmışlar; bu yola baş koyup canlarını feda etmekten çekinmemişlerdir. 
Son dönemlerde meydana gelen Karabağ Savaşı, göğsünü kurşunlara siper eden yiğit ve cesur oğullar ile gayret ve ismet abidesi kızların, Azerbaycan’da yeteri kadar var olduğunu gösterdi. Hem göz dağımız, hem de övünç kaynağımız olan Şehitler Hıyabanı, nice yiğit vatan evladını bağrına basmış; onların adını ebediyete intikal ettirmiş; şehitlik mertebesine yüceltmiştir. Karabağ savaşında, Azerbaycan Cumhuriyetinin bağımsızlığının ve toprak bütünlüğünün korunmasında ve Azerbaycan halkının güvenliğinin sağlanmasında şahsi yiğitlik ve kahramanlıklar gösteren İbad Hüseynov, ulu önderimiz Haydar Aliyev’in övgüsüne mazhar olmuştu. Ulu Önder, İbad Hüseynov’u, 09/10/1994’te “Azerbaycan Bayrağı” madalyası ile ödüllendirmişti.
Bazen insan, bir hikaye gibi görünen ancak gerçek ve gerçek olduğu kadar da korkunç hayat sahnelerini idrak ederken, “yaşayan şehitlerimiz” var, diye düşünüyor. Evet, “yaşayan şehitler!” Bu gün hangi madalya, ödül; hangi saygı, hassasiyet; hangi yüksek maddi olanaklar, bu insanların ağrısını, acısını, yitirdikleri organlarını, sağlıklarını, geri verebilir ki?! Beyinlerinde “ateş!” seslerinin aksi sedası, uyuduklarında bile zihinlerinden bir türlü çıkaramadıkları, arkadaşlarının, savaş yoldaşlarının parçalanmış cesetleri ve kesilerek gövdelerinden ayrılmış başlarının görüntüleri… onlar için korkunç, kabuslarla dolu rüyalara dönüşüyor. Bu gerçekler ve amansız hayat sahneleri, onların içinde buzlaşmış bir “dağa” çevrilmiş durumda. Bu dertler, o buzullarla birlikte, onların bedenini de zerre, zerre eritiyor.
Savaştığı cephelerde, askerlerine döne döne ve yüksek sesle “Türk ölür, dönmez!” şiarını tekrarlatan; bu düşünceyi askerlerin damarlarındaki kan gibi devran ettiren ve vurulsalar dahi askerlerine “ölmezlik” ruhunu aşılayan İbad Hüseynov gerçekliği, aslında “yaşayan şehitlik” değil de nedir? 
Pehlivan cüsseli, taş yürekliymiş gibi görünen ama, ilk bakışta anlaşılmayan fakat gözlerinden hissolunan ızdırapları; nazik, kırılgan yürekleri; dizginleyemedikleri öfkeleri; rahat bir hayat yaşamayı bilinçli şekilde reddetmeleri; iç dünyalarında, bilinç altlarında kendileri için bilerek yarattıkları umursamazlıklar… “Şehitlik” değil mi!? Hayatın en hoş anlarında bile kendisini bir günahkar sayıp değişik duyguların kuşatması altında kendi içine kapanmak “Şehitlik” değil mi!?
Vatan toprağının tozunu, suyunu bile hiçbir şeye değişmeyen; askerlik hizmetindeyken bile kendine özgü vatan sevgisini türlü şekillerde açığa vuran; anasının tek tük ağaran saçlarını, şakayla da olsa bir bir yolarak: Senin yaşlanmana asla müsade etmeyeceğim,”diyen; Kederleri gözlerinde gizlemeye çalışsa da hayata, zamanın gidişatına karşı kıskançlığını gizleyemeyen İbad Hüseynov, “yaşayan Şehit” değil mi? O İbad Hüseynov ki, gözlerinin önünde nice savaşçı yoldaşının hayatla ölüm arasında çarpıştığı anları; nice masum insanın ölümünü gözleri ile görmüş; kendi adını dahi “şehitler listesine” yazdırmıştır. 
Son nefesini vatan uğruna vermek için hep en ön saflarda savaşan; ölümle yüz yüze gelse de, asla teslim olmayan, ölüme meydan okuyan, ölümle savaşan İbad Hüseynov, yılların vurduğu darbelerden, hayatın acımasızlıklarından da yılmamış... 
Vatan,toprağını kaybettikten sonra kaybettiği sağlığına aldırmayarak; ihtiyar ana ve babasına “analık babalık” etmek; savaş yoldaşı olan kardeşinin ölümünü görmek; torpağa bağlı ana babasının bin bir zahmetle kurdukları Karabağ’daki yuvalarında değil de kaçkın olarak geldikleri şehirde canlarını teslim etmiş olmaları, İbad Hüseynov için “şehitlik” değil mi!? Elbette Tanrı’nın ona bahşettiği korkmazlık, cesaret, sadakat, ilk bakışta pek de hissolunmayan hassasiyet… boşuna değilmiş. Onun içindeki mertlik, yılmazlık, dönmezlik, erlik, hakseverlik, yiğitlik, herhalde Tanrı’nın da hoşuna gitmiş olmalı. Savaşta gösterdiği Kahramanlık gibi aile ortamında da yakınlarına gösterdiği kaygı, dikkat, kaybettiği sağlığına rağmen, ailesinin ona olan ümidini hiç kaybetmemesi; olağanüstü meziyetleri, hassaslığı, dikkati, yüksek sezgi gücü, mucize eseri hayatta kalması... Tanrı’nın İbad Hüseynov’a bir lütfudur. 
O, hayırlı evlat, güzel dost, iyi kardeş, cesur asker, yılmaz savaşçı, iyi bir keşifçi ve stratejist ve nihayet üç evlat babasıdır. Alın yazısına savaşmak ve kahramanlık yazılmasaydı, istenilen her alanda büyük bir lider olurdu. Çünkü İbad Hüseynov, atak, gözü pek, adanmış, amaca yönelik eylemde bulunan, ülkü ve ideal sahibi bir erdir. Tanrı da elbette ülkü erlerini çok sever.
Ölüme giden yoldan, ölümün eşiğinden geri dönen, Bakü’de Muğanlı adı verilen bir “durak” düşünen yalnız İbad Hüseynov olabilirdi. 
Aylarca hastaneler, hekimler…. Yaşamaya, barınmaya evi bırak, sığınacak bir “durak”da yoktu… Yurtsuz yuvasız kalan göçmenler sepelendi bölgelere… Dağ havasının, orman serinliğinin güzelliği, eşsizliği, ovada sığınacak bir gölge bulunamadığı; insanların havasızlıktan boğulduğu zaman daha çok arzu ediliyor, özleniyor… Özellikle de “dağlar oğlu,” “dağlar yiğidi” için, bu durum çekilmez bir hal alıyor. Bu gün, yanından belki de günde bir kaç defa gelip geçtiğimiz, yağmurdan korunmak, güneşten saklanmak, rüzgardan kaçmak için binlerce insanın istifade ettiği ve hiç de dikkat çekmeyen, üstelik hemen her yerde bulunan olan ve sıradan bir “durak”gibi istifade edilen bir durak Sabuncu bölgesi. Bülbüle köyünün arazisi üzerine kurulmuş. Ama pek çok insan, bu “durağın,” diğer “duraklardan” farklı olduğunu bilmiyor… 
Bu “durak,” ölüm uykusundan uyananların, vatan hasretinden yataklara düşüp ebediyet alemine intikal edenlerin; pehlivan cüsseli oğlunun ölümüne dayanamayıp taşa dönmüş göğsünü var gücü ile döve döve bu dünyadan erkenden göçüp giden Kifayet ananın; Köy havasına alışıp bu karma karışık, havasız Bakü şehrinde, öbür dünyaya gözleri açık giden Möhsüm dayının “son durağı” olmuş...
İbad Hüseynov’a göre, barış ya da savaş amacıyla Karabağ’a gidecek olan yol, işte “bu duraktan” başlayacak… 
Bu gün Muğanlı adı verilen bu “durakta,” hele ne düşündüğü belli olmayan, bu “durağın” anlamını hele tam olarak idrak edemeyen Alpay ve Atilla, hiç tanımadıkarı nine ve dedelerinin hasretindeler ve onların yurdunu yuvasını görmek için hayaller kuruyorlar ve kahraman babalarının tam olarak anlamadıkları sual dolu bakışlarının cevabını göklerde arıyorlar…

Yorumlar