SAYMALI’DA AŞK-DAMGALARIN ÖYKÜSÜ- EMRE SEVİNÇ

SAYMALI’DA   AŞK-DAMGALARIN ÖYKÜSÜ- EMRE SEVİNÇ
     
Saymalı’da karlar erimeye başlayınca doğa eşsiz güzelliğini gösterir, çiçekler, otlar yeşermeye başlardı. Çiçeklerle, otlarla birlikte kayaresimleri de ortaya çıkar, binlerce yıllık anılar tazelenir, sevgiler-sevgililer hatırlanır, hayat adeta yeniden başlardı.

Günlerden böyle bir gündü. Saymalı’da uzun ve yorucu bir kışın ardından karlar erimiş, ortalık cıvıl cıvıldı. Geyikler alana yayılmış, yemyeşil otlarda yayılıyorlardı. İnatçı dağkeçileri yamaçlara tırmanmış, birbirleri ile kafa tokuşturuyor, oynaşıyorlardı. Ok atan adamlar ise atlarını son hız koşturup keçileri okluyor, birbirleri ile yarışıyorlardı. Karların kalkmasını sevinçle karşılayan Saymalı halkı Güneş Başlı Adamlar’ın çevresine toplanmış, halaylarla oynaşıyor, şiirlerle söyleşiyor, elleri Gök’e kaldırıp dualaşıyorlardı.

Saymalının verimkar toprağını delerek ortaya çıkan gelincikler, ballıbabalar, şebnemler, beyaz kar ile birleşmiş kayaları süslüyor, alana yayılmış yeşil dağ soğanları da yayılan hayvanlara bayram ettiriyordu.


Çok eski çağlarda Türkler Tanrı’ya minnetlerini, yakarışlarını, Tanrıdan dileklerini, yüksek yerlerde, turkuaz taşlara kazır, nakış nakış işlerdi… Külbey de böyle yapmış ve çok sevdiği Asya’sını bir taşa kazımış, Tanrı’ya ‘hiç ayrılmayalım’ diye yalvarmıştı.

Neydi burada amaç, Tanrı Asya’yı bu hayatta mı Külbey’ine kavuşturacaktı, yoksa bir başka alemde mi.. kim bilir?


Asya kahve bakışları ile yıllardır Külbey’i büyüler, nazlanmalarıyla avlar, gülüşüyle ona cenneti yaşatırdı. Rüzgar, Asya’nın saçlarını uçuşturduğunda Külbey de hayalleri de uçuşur, Gök’e ulaşırdı. Asya kızınca köz olur, sert bakışları sevdiğini kül ederdi.


Asya nazlanarak ve sevgilisinin elini şefkatle sıkarak:

-Ah, ah! Aşkımızı çizecek başka bir yer bulamadın değil mi?

Asya’nın yumuşak ellerinin sıcaklığı Külbey’i daha da yakıyordu. Sevgilisinin ne denli nazlı olduğunu biliyordu:

-Fena mı yaptım çizdim de, bak binlerce yıldır beraberiz. Sen demiyor muydun hiç ayrılmayalım diye…

Kız biraz yumuşamıştı. Nazlanmasının yanına biraz da cilve kattı şimdi. Bakışları sevgilisine kızıyor gibiydi. Gözlerinin içi ise binlerce yıldır süren bir aşkı betimliyordu Saymalı halkına. Külbey’in ateşine su serpmezdi hiç, sevgilisini kül etmeye bayılırdı. Arada sırada güler, gülünce bir başka güzel olur, dolgun yanaklarında gamzeler can bulurdu. Külbey de bu gamzelerin çukuruna düşer kaybolurdu.

Küçük dağ keçileri Saymalı’ya neşe katarlardı. Alaylar eder, güldürür, eğlendirirlerdi. Avcıları gördüklerinde ise kaçacak delik ararlardı. Bir yandan Külbey’i boynuzları ile itekleyen bir dağ keçisi:

-Hey nazlı Asya! Anlat bakalım şu Külbey’in Ad Törenini…

dedi gülerek. Saymalı halkı bu hikayeyi biliyordu, kahkahalar göğe ulaşmıştı.

Türk beyleri kan dökmeden Ad almazlardı o zamanlar. Törenler yapılır, büyükler toplanır, adsız çocuklara ad verilirdi… Yanaklarında ıssız bir gülüş, içinde sevilmenin gururu vardı Asya’nın. Başladı anlatmaya:

-Okuyucular ev ev gezmişlerdi bu adsız beyin ad töreninin yapılacağını bildirmek için. Heyecanlıydım… Aylardır birbirimize aşk ile bakışır dururduk. Şimdi sevdiğim gerçek bir Türk olacaktı. Gün geldi, şiirler söylendi, dualar edildi, yemekler yendi. Ben de tabi korkuyorum bey için. Ne o gözlerini benden alabiliyor ne de ben ondan. Bu adsız beyin karşısına bir boğa saldılar. Bey sağlamdı boğa da. Bey toydu, boğa kaçgın. Bey kutsanmışdı, boğa hırslanmış. Aylardır kalbimdeydi tabi bu bey. Pek korkuyor gibi değildi. Gözleri boğanın üzerinde değildi zaten. Sanki birini arıyordu. Bakışları beni yakaladığında durdu kaldı. Gözlerinde bir beklenti vardı. Sanki benden bir şey bekliyordu. Salınan boğa ise hızla onun üzerine koşuyordu burunlarından duman çıkartarak… ‘Beyyy boğa geliyor’ diye bağırdım.

Külbey gülerek girdi araya:

-Asya’nın bağırışını duyunca gücüme güç geldi tabi. Ama boğa da kafasıyla yere sermişti beni. Kalkarsam boğayı altedecektim. Ama boğa beni kendimden geçirmişti, bayılayazdım. Kalkmam, Asya’ma kavuşmam lazımdı. Gözlerimi açtığımda Asya’nın yanakları yaşlıydı.

Ve Asya devam etti:

-Bey, beni ağlar görünce birden zıpladı düştüğü yerden ve boğaya doğru atıldı. Boğa da kafasını eğmiş onun üzerine geliyordu. Bey ile boğa çarpıştı. Bey boğayı altetmişti. Bey kesti bıçağı ile boğanın başını.

Herkes toplandı boğa ile beyin başına. Başını okşayanlar, alnını öpenler… Beyin gözü bende. Bir dede geldi yavaş yavaş başlarına, adı Gökbeg. Dedi ki, ‘He,he,heyyyy! Bu bey aşkından kül olmuş. Adı da Külbey ola gerek’.

Saymalı halkı şimdi daha da heyecanlıydı. İki sevgili her yıl böylecene bu hikayeyi anlatır, Külbey de en son Asya’sına bir şiir yakardı…



-Kahve rengin bu kalbimi dağladı

-Seni bana büyüledi, bağladı

-Bu deniz gözler her gece dalgalı

-Islattı yanaklarımı sen ile



Kızın kahve gözleri yaşlanmıştı. Gözyaşları dolgun yanaklarından süzülüverdi. Külbey şiiriyle onu etkileyeceğini biliyordu. Şimdi Asya ile Külbey’in kalpleri Saymalı’nın sessizliğine bir ritim olmuş, gözleri ise bu ritimde dans ediyordu.

Tam bu sırada bir yiğidin haykırışı çiniletti Saymalı’yı, sonra bir kamçı sesi ve bir atın kişnemesi… Yiğit, atı dörtnala koşturageldi.


-Gelen varr…

diye heyecanla bağırdı. Saymalı’da kalpler küt küt atmaya başladı. Binlerce yıldır Türk milletinin uğrak yeri olan Saymalı, son yıllarda oldukça ıssızdı. Arada sırada gelen olurdu. Onlar da coşku ile karşılanırdı. Hele bir de Türk’se…

Saymalı halkı kayalarda can buluyordu. Yıllar önce Türk milleti tarafından çizilmişlerdi ve halen canlıydılar…

Gelen bir Türk’tü, hissetmişlerdi… Saymalı halkı sevinçle koşuşturdu sese doğru. Dağ keçileri şimdi heyecanla koşarken bile tokuşuyorlardı birbirleri ile. Okçular da bir yandan keçileri okluyor bir yandan da sese doğru sevinçle, naralar atarak atlarını koşturuyorlardı. Göklerin kağanları kartallar da süzülerek bu gelen Türk’ü selamlıyorlardı. Karlar Saymalı’yı terk etmiş olsa da güneş görmeyen vadiler, oyuklar halen kar ile doluydu. Üzeri kar kaplı kayaresimleri çırpınıyorlardı, ağlaşıyorlardı gelen bu Türk’e koşabilmek için.

Asya, Külbey’i de unutmuştu artık, yanaklarından akan yaşları da. Külbey de hemen onun peşinden koşuyordu.

Kimdi bu gelen kişi… Herkes merak ediyordu…

Yazın tam ortanca günüydü. Saymalı’ya halen kar yağıyordu ve bu kayaresimlerinin pek hoşuna gitmiyordu. Uzun boylu, aksakallı adam atını dörtnala sürdü kayaresimlerine doğru. Vücudunda sanki uzun bir yolun yorgunluğu vardı. Ama bakışlarında da başarmanın gururu görünüyordu. ’İşte şimdi oldu’ diyor gibiydi kaşlarının altından ürkek ama emin bakan gözleri. Saymalıların gördükleri bu adam bir bilgeydi belli. Bu bilge ellerini göğe açtı ve aynı Saymalılar gibi şükretti.

Saymalı halkının heyecanı ise dinmemişti. Külbey ile Asya şimdi gelen bu bilgenin sevinci ile birbirlerine sarılıyorlardı. Keçiler sevinçten boynuzları ile birbirlerini iteliyor, koşuşturuyorlardı. Sevinç çığlıkları, mutluluk gözyaşları birbirine karışmıştı. Bilge adam sanki duyuyordu da onları. Bir dağ keçilerine koşup bakıyordu, bir Asya ile Külbey’e dokunuyor, üzerlerindeki karı tekrar tekrar serpip uzun uzun izliyordu.

Bilge adam elindeki fotoğraf makinesini hiç kullanmadı o gece. Masmavi gecenin arasından sıyrılan yıldızları, yıldızlara anlam veren hilali seyretti ve hayallar kurdu.



Ve Saymalıların artık bir Servet’i olmuştu.

Külbey ile Asya birbirlerine kavuşabilmişler miydi.. kim bilir?

Bilge Adam ne hayaller kurmuştu o gece.. kim bilir? 

Yorumlar