Kayseri’nin Dede Korkut’u : Ahmet KARAASLAN


10/09/1954 Kayseri İli, Akkışla İlçesi Gömürgen Kasabası doğumluyum.
İlkokulu kasabamda bitirip, ortaokulu Akkışla, Kırşehir ve Ankara’da okudum.
1971 yılında Gökçeada Atatürk İlköğretmen Lisesi’ni kazanıp, 1975 yılında mezun oldum.
Bitlis ve Kayseri İlleri’nin çeşitli okullarında öğretmenlik ve idarecilik görevlerinde bulundum. 33 yıllık hizmetten sora Temmuz 2008′de emekliye ayrıldım.
Evliyim, iki oğlumdan Aybike Şeyma, Ahmet Affan isimlerinde iki şeker torun sahibiyim.
Şiirle ilgim daha ilkokul sıralarında başladı. Ancak eserlerimi öğretmen okulu yıllarından itibaren yazıya geçirdim.
Gençlik yıllarının verdiği heyecan ile aşk, doğa, vatan, millet, kahramanlık, yurt gibi temaları işledim.
1999 yılından itibaren de TÜRK-İSLAM kültürünü genç kuşaklara tanıtmak ve sevdirmek için sanatımı bu yolda kullanmaya çalıştım.
1999’da “ÇOCUK DÜNYASI” ve “MASAL, ŞİİR, FIKRA MI?” şiir kitaplarım, 2004 yılında “DÜNYA NEYE GÜLÜYOR?” adlı derleme eserimi yayımlattım.
“MANZUM DEDEKORKUT DESTANLARI” adını verdiğim, “DEDEKORKUT DESTANLARI’NIN” tamamını aynı yöntemle özüne bağlı kalarak şiirle anlattım.
***
Konuşulanları anlamaya başladığımdan itibaren yoğun bir sözlü kültür atmosferi içinde buldum kendimi. Evlerde ve köy odalarında büyüklerimizden hikâyeler, masallar, şiirler, ağıtlar ve türküler dinleyerek büyüdüm. O zamanlar dinlediğim olayların kahramanları olurdum. Acılarıyla hüzünlenir, sevinçleriyle gurur duyardım.
Yaş itibariyle okuma bilmediğim gibi büyüklerimizin de o zaman okuyacakları materyaller yok denecek kadar azdı. Okumayı öğrendiğimde Karacaoğlan, Aşık Veysel, Habib Karaaslan’ın şiirleriyle tanıştım.
Sanat hayatımın başlangıç noktası ortaokul sayılır. O dönem, neyin ne olduğunu kavramaya başladığım zamanlardı. Edebiyata özellikle şiire olan tutkum nedeniyle hem şiir yazma denemelerim oluyor, hem de okulumun tüm etkinliklerinde görev alıyordum. Çalışmalarım takdir edildikçe hevesim artıyor, bu sanatın merkezine doğru yürüyordum.
***
Öğretmen okulu yıllarım, kültür ve sanatla daha çok bilinçli olarak ilgilendiğim zamanlardı. Öğretmen okulunda başka bir gizli yeteneğimi de keşfetmiştim. Artık resim yapmak ve şiir yazmak bir hobi olmuştu bende. Okulda açılan şiir yarışmalarında aldığım dereceler, yaptığım yağlıboya tablolarımın okulun resim sergisine alınması bu iki sanatı bana daha çok sevdiriyordu. Ekonomik yönden getirdiği yük nedeniyle daha sonra resim çalışmalarıma ara verdim.
1999 yılının sonlarına kadar şiirle ilgim rölantide gidiyordu. O yıl beşinci sınıfı okutuyordum. Türkçe dersinde Nasrettin Hoca’nın “ÖĞÜT” isimli fıkrası işlemiştik. Akşam evde bu fıkrayı şiirle anlatmak geçti içimden. Yazdığım şiiri derste öğrencilerime okuyunca sınıfta kahkahalar başladı.
Şiirle anlatımın çocuklar üzerinde daha etkili olduğunu gördüm. İşte kültür ve sanat hayatımın dönüm noktası…
Bundan sonra duygusal şiirlere ara vererek Türk-İslâm kültüründen, halk fıkraları, masalları, hikâyeleri, La Fontein ve Aisopos,… masallarından bulduğum şeyleri şiire çekmeye başladım.
***
1- ÇOCUK DÜNYASI isimli kitabım Eylül 1999 yılında Kayseri Furkan Basın Yayın Org. Ltd. Şti. tarafından basıldı. Önsözünü de siz yazmıştınız.
Mevlâna, Lafontein, Dünya Çocuk masalları, Halk masalları ve fıkraları ile Beydebâ’dan masallar diye beş bölümden oluşmaktadır.
2- MASAL, ŞİİR, FIKRA MI? isimli kitabım Aralık 1999 yılında Anasam Yayınları arasında çıktı. Nasrettin Hoca’nın elli sekiz fıkrasının şiirle esprili bir şekilde anlatıldığı bir kitaptır. Fıkrayı şiirle anlatırken ortaya manzum bir masal çıktı. İsmini de bu düşünce doğrultusunda seçerek, eserin türünün ne olduğu kararını okuyucunun kendisine bıraktım.
3- DÜNYA NEYE GÜLÜYOR kitabım Aralık 2004 yılında Laçin Yayınları arasında çıktı.
Bilmece, Sayışma Ve Tekerlemeler, Esprili Bilmeceler, Zor Tekerlemeler, Duvar Yazıları, Mezar Taşı Yazıları, Öğrenci Sözlüğü, Hastalıklarımız, Çarpıtılan Mesajlar, Kullanma Talimatları, Kimyasal Deyimler başlıkları altında çocukların ilgi duydukları derlemelerden oluşmaktadır.
Aldığınız ödüller nelerdir? Hangi kurumlara üyelikleriniz vardır?
Öğretmen Okulunda yapılan şiir yazma yarışmalarında derecelerim vardır. Kayseri Hâkimiyet 2000 Gazetesinin 24.09.2000 tarihinde açtığı “Divit-Sanat” şiir yarışmasında Kayseri üçüncülüğüm vardır. Başka hiç bir yarışmaya katılmadım.
Edebiyat hayatında derginin ve gazetenin yerini değerlendirir misiniz?
Her ikisi de edebiyat hayatımızda önemli bir yere sahiptirler. Bunların arasında dergiler daha çok önemlidirler. Çoğu dergilerin sadece edebiyat sanatıyla ilgili yayın için çıkarıldığını biliyoruz. Gazetenin yayın amacı daha çok haberciliğe dayanır. Hemen hemen tüm dergilerde baştan sona kadar edebiyat ile ilgili yazılar bulunmasına karşılık, gazetelerde bir veya birkaç sayfa bu alana ayrılır.
***
1- Masal Bahçesi
2- Masallaşan Fıkralar
3- Manzum Dedekorkut Destanları
4- Halk Şairi Habib Karaaslan’ın Hayatı Ve Şiirleri
5- Diyorum
Yukarıda isimleri saydığım beş eserim şiir kitabı olarak basılmaya hazırdır.
Zikir, Dua, Dinimizde Önemli Günler Ve Geceler ile Gömürgen Kasabası isimli kitaplarım da yolun yarısını geçtiler.
***
Bilindiği gibi ilimiz, ticaretin çok yoğun olduğu illerin başında geliyor. Bu nedenle Kayseri’de insan hayatından bile önce para gelir. Kültür ve sanat etkinlikleri de maddiyat gerektirirler. Varlıklı insanlarımız, kendine para kazandırmayacak böyle etkinliklere sıcak bakmıyorlar.
Kişisel olarak yapılan cılız etkinlikler ses getirmiyor. Bu konuda yerel basın da kendine düşen görevi yapmıyor. Son zamanlarda yerel yönetimler, bazı sivil toplum örgütleri kültür ve sanat etkinliklerinde bulunmaya başladılar. Yerel yönetimlerin yaptıkları bu çalışmalar, kültür ve sanatın gelişimi yerine reklam amaçlı oluyor.
İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü resmi sitesine bakıyorum, çok basit, sıradan, güncellenmemiş bilgilerle karşılaşıyorum. Oysa ilimizden çok daha küçük illerin internet siteleri insanı kendine hayran bırakıyor. Kültür müdürlüğümüzün çalışmalarını yetersiz buluyorum.
Yazı hayatına atılmak sizin hayatınızda ne tür değişimlere sebep oldu?
Daha önceden belli bir çevre ile sosyal hayatı paylaşırken, yazı hayatına atılmakla daha zengin ve kültür seviyesi yüksek bir ortamda arkadaş ve dostluklar kuruluyor. Öte yandan da medyaya yakınlaşıyor, bunun gücünden de yararlanabiliyorsun.
Ülkemizin kültür ve sanatta aldığı mesafe sizce yeterli midir?
Bu soruya cevap vermek için ülkemizin bütün kültür ve sanat alanlarını tanımak gerekir. Elbette mesafe alınmıştır diye düşünüyorum. M. Kemal Atatürk’ün dediği gibi “Yaptıklarımızı asla kâfi görmüyoruz…” Gelişmenin, ilerlemenin sonu olmaz. Yalnız kültür ve sanatta taklitçilikten uzak durmalıyız. Kültür, milletin kişiliğini yansıtır. Yabancı kültürlerin üzerimize giydiğimiz çok bol veya çok dar bir elbise gibi sırıtması, şahsen beni rahatsız ediyor ama bundan hoşlananların sayısı da gittikçe artıyor.
Öz kültürümüzü bırakıp, yabancı kültür değerlerini benimsemekte üzerimize yoktur…
***
1977 yılında Bitlis İli, Hizan İlçesi merkez İlkokulu’nda görev yapıyordum. 5 Haziran 1977 yılı senatör seçimleri vardı. Uçum Nahiyesinin bir mezrası olan Çemihoroz’a sandık başkanı olarak görevlendirilmiştim.
Teşkilattan gelen habere göre Kamuran İnan’ın karşısına bağımsız olarak adaylığını koyan Orhan Kürümoğlu, kazanması halinde partiye geçeceğinden oylarımızı bağımsız adaya verecekmişiz. Daha görev yerine gitmeden on veya on beş oy alabilmenin hesaplarını yapmaya başlamıştım.
Yerli halktan N. G. ismindeki arkadaşım Hizan Belediyesi’nde evlendirme memuruydu. Bu arkadaş da görevli olduğum mezranın muhtarlığında sandık başkanıydı. N. G., görevli olduğum köydeki herkesi tanıyordu. Görev yerimi ona söylediğimde “Sandık kurulu üyesi Mehmet isimli şahıs ile sen değişik partiye oy verirsiniz. Geriye kalanı silme İhsan Ağa’nın partisine kullanılır. Bu köy, Abidin İnan Gaydalı’ya bağlı, İhsan Ağa ne derse o olur. O köyü çok iyi bilirim. Orada sandık kurulup seçim bile yapılmaz. İhsan Ağa ile akşamdan seçmen sayısı kadar oyları mühürlersiniz, tutanakları düzenleyip işi bitirirsiniz. Vallahi senin işin çok kolaydır…” dedi.
İlçe Seçim Kurulu aracıyla, cuma günü öğleye doğru bizi köyün alt tarafına kadar götürüp bıraktılar. Pazar günü de on sekiz sularında aynı yerden alacaklarını söylediler.
Köyde muhtarın evine misafir olduk. N. G., Kürtçe bildiği için işimiz çok kolaydı. Bize odun ateşinin üzerinde kaynatılmış çay verdiler. Yanında kaymak ile bal vardı. Çaya odunun isi iyice sinmişti, bu kokudan dolayı içmekte güçlük çekiyordum. Diğerleri bu hale alışmışlardı ki, bardaklar boşalıp boşalıp doluyordu.
Kahvaltıdan sonra Cuma namazına hazırlık için acele ediyorum. Naif, “daha namaz kılınmaz, acele etme”, diyordu. Meğerse İmamî Şafi mezhebine göre kırk kişi tamamlanmazsa Cuma namazı kılınamazmış. Biz sandık başkanlarını misafir olduğumuz için cemaatten saymıyorlar. Orada altı ay kadar oturan köylülerden kırk kişiyi toplamak için yaklaşık on beş kere cemaati sayarak kimin gelmediğini öğrendiler. Zaman geçiyor, otuz sekiz kişi bir türlü kırk olmuyordu. Tarlaya adam göndererek iki kişiyi alıp getirdiklerinde cemaat tamamlandı.
İkindiden biraz önce Cuma namazını kıldık. O gece Naif’in görevli olduğu köyde yattık. Sabah kahvaltısından sonra yanıma birisini vererek beni mezraya gönderdiler.
Akşam İhsan Ağa’nın evine misafir olduk. İhsan Ağa ile otururken, içeriye iri yarı biri gelip Kürtçe bir şeyler söyledi. Bu kişi, ağanın oğluymuş. Anladığım kadarıyla benden şüpheleniyorlardı. Abidin İnan Gaydalı’ya bağlı olan Ahlat’ın bir köyünde solcu sandık başkanı, oy pusulalarının üzerine işaretler koymuş. Oy sayımında bunlar işaretli kabul ederek iptal edilecekmiş. Böylece Kamuran İnan’ın çıkması gereken oy sayısının azalması, rakip adayın işine yarayacakmış.
Birlikte sonra oy pusulalarını birlikte kontrol ettik. Sağ görüşlü olduğumu, benden zarar gelmeyeceğini söyledim. İhsan Ağa bundan cesaret alıp, akşamdan seçimi yapmak istedi. İlçedeki savcı ve hâkimlerin yapısını kendiler de biliyorlardı. Bunu hatırlatarak, mutlaka sandık kurulması gerektiğini belirttim. Savcı ve hâkimin Pazar günü buraya gelme ihtimalinin olduğunu hatırlattım. Bütün oylarının iptal edileceği gibi, hem kendisine hem de bana gelebilecek cezayı belirtince İhsan Ağa, korkmaya başladı.
Sabah sandık kurulunu oluşturduk. Köylüler oy vermeye başladılar. İhsan Ağa, elinde yirmi beş kadar nüfus cüzdanı ile yanıma geldi. “Başkan, bunlar aşağı mahallede ırmak kenarında oturan çingenelerindir. Bu mevsimde onlar köyde durmazlar. Buradan ayrılırken onların yerine oylarını kullanmam için bana verdiler. Şimdi ben onlardan aldığım vekâlet ile oylarını kullanmak istiyorum…” dedi.
Yıllardır aynı şeyleri yaptıklarından onlara göre hiçbir sakıncası yoktu.
Bunun mümkün olmadığını, yasaya uygun olmadığını, her hangi bir şikâyet edilmesi hâlinde, köyün tüm oyunun iptal edilip, kendisinin ve benim ceza alacağımızı hatırlattım...
İhsan Ağa, sessizce yanımızdan uzaklaşarak kayboldu.
İhsan Ağa’nın ayrılışından on beş dakika kadar sonra on, on iki yaşlarında bir kız çocuğu oy kullanmaya geldi. Nüfus cüzdanını inceleyince çok şaşırdım. Bu kız, 1325 doğumlu, adı da Hasan!.. Kurul üyelerine sordum:
— Arkadaşlar! Bu şahıs, 1325 doğumlu ve kendisi kadın; ismi Hasan’dır! Böyle bir şey nasıl olur?..
Sandık kurulundaki bütün üyeler, en kutsal şeyler üzerine yemin ederek nüfus cüzdanının kıza ait olduğunu söylediler. Sandık kurulundaki ilk görevim olduğundan tutanak tutmak da aklıma gelmemişti.
Oy kullananlar Türkçe bilmiyorlar, onlara sorusam cevap alamayacağımı biliyorum Sandık kurulu üyeleri ile aramızda şöyle bir konuşma geçti:
— Arkadaşla! Bu bayandır, adı Hasan’dır?..
— He vala doğridir başkan. Onin adin Hasan’di…
— Bu yaşta birisi 1325 doğumlu olamaz! Bu kız, olsa olsa 1965 doğumlu olmalıdır.
— Başkan, he vala cüzdan onindir. Onin amcan öldü, nüfus cüzdanin kaldi one...
Üyeler aralarında kürtçe konuşuyorlar, ben anlamıyordum. Hasan’ın kimliğini alıp, oy kullanmasına engel oldum.
Az sonra çara bürünmüş olarak aynı yaşlarda başka bir kız geldi. Bunun adı da Osman!.. Bu kız da 1320 doğumludur. Aklım, mantığım durdu.
Yine aynı soruları sordum. Cevaplar da aynıydı. Bu kızın böyle bir nüfus cüzdanına nasıl sahip olduğunun hikâyesi de şöyle belirtildi:
“— Onin baban öldi, nüfus cüzdanin kaldi one...”
Bütün sandık kurulu üyeleri, söylediklerinin doğru olduğuna dair en kutsal şeyler üzerine yeminler ettiler. Bir oyun oynandığını seziyorum, ne olduğunu anlayamıyordum.
Buna da oy kullandırmadım.
Köyde çok hasta ve yaşlı bir kadın varmış. İhsan Ağa, onun yerine kendisinin oy kullanmak istediğini söyledi. Hasta kadını da getirttim, oyunu kullandı.
Yine çok yaşlı ve gözleri görmeyen bir bayan getirildi. Bu bayanın oyunu kime vereceğini iyi bildiğini, ancak gözü görmediğinden oy kullanmada yanlışlık yapmaması için yardımcı olmamı istediler.
Bayan ile oy verme bölümüne girdik. Bayan, Güven Partisi’nin koç olan amblemini gösterip:
—           Ev hesp e? (Bu at değil mi?) dedi.
Koç resmini, at olarak görmüştü. Mührü koça basarak pusulayı bana verdi. Onu zarfa koyarak ağzını kapattım. Önümde dışarı çıkarken oradakilere kürtçe olarak bir şeyler söylüyor, herkes bana bir garip bakıyordu.
Sandığın kapanmasına yarım saat vardı. Kullanılmayan yirmi dokuz oy vardı. Anlaşılan kalan bu oylar, çingenelerin oyuydu. İhsan Ağa’yı çağırdım ve onunla bir pazarlığa başladım:
— Bak ağa, yirmi dokuz oy vardır. On oy bana, on dokuz oy sana...
İhsan Ağa yalvarmaya başladı:
— Hocam, gurbanin olem. Bütün oyları bize ver, sen bizden ne istiyecahsan iste sana verelim!
Kürümoğlu’na benim oyumdan başka oy çıkarmalıydım. Ağa da yalvarmasını sürdürüyordu:
— Sen hangi partiye verecahsan?
— Ağam, o iş seni ilgilendirmez! On dokuz oyunu al, gerisine karışma...
Düşünmek için benden müsaade istedi. İhsan ağa, oğluyla uzun uzun konuştular. Sandığın kapanmasına beş dakika kala gelip:
— Başkan valla bu köyden başka bir partiye oy çıktığını duyarsa Abidin Ağam bizi öldürür!.. dedi.
Sayım, sonuçları arkadaşımın seçimden önce bana söylediği gibiydi. Bir oy bağımsız adaya, birer oy da değişik iki partiye çıktı.
Aradan on gün kadar bir süre geçmişti. Bir kamyon üzerinde Hizan’dan Tatvan’a gidiyordum. Bir genç, yanıma gelip selâm verdi. Adam, beni tanıyordu, oysa ben onu tanıyamıyordum. Nereli olduğunu sordum:
— Sen nerelisin?
— Ahlat’lıyım.
— Beni nereden tanıyorsun?
— Sen Çemihoroz’da sandık başkanı değildin? (değil miydin?)
— Evet, sen nereden biliyorsun?
— Seçim günü o köye ceviz almaya gelmiştim. Sen İhsan Ağa’ya, çingenelerin oyları kullandırmadın ya… Ağa da elindeki nüfus cüzdanlarını bizlere gelişi güzel dağıttı. Her birimiz, bir kere oy kullandıktan sonra elbiselerimizi değiştirip yeniden oy kullandık. Senin oy kullandırmadığın iki kıza da erkek nüfus cüzdanları denk gelmişti...
Allah ve Kur’ân, namus, nikahları üzerine yemin edenler, bana yalan söylemişlerdi!..
Cahil ve eğitimsiz olarak gördüğümüz köylüler siyasette bana oyun oynamışlardı. Politikanın yalan, aldatma, hile ile yapıldığını kimlerden öğrenmişlerdi?

Yorumlar